ALİ GENÇLİ
DİDİM’E GİDERKEN
Yaşadığımız her yer bizi sahiplenir, saklar, korur. Mutlulukları, hüzünleri, ayrılıkları, kavuşmaları yaşadığımız bu yerleri benimseriz. Vazgeçilmezimiz olan yaşadığımız yerleri terk etmek zorunda kaldığımızda yüreğimiz burkulsa da yeni yerlere yol alırız…
Altmış yıllık bir ömürde, her on yıla bir köy, bir kasaba bir kent sığdırmışız. Vedalar yeni kavuşmaları tohumladığında yeni heyecanlar, yeni coşkular yaşarken, yeni dostları, yeni mekanları yaşamımıza dahil etmişiz. Sökeli olmadan önceki on yılımı yaşadığım Didim’den zaman zaman Söke’ye gelir, keyifle geçen saatlerden sonra gün batarken Didim’e dönerdim. Bu dönüşlerden birisinde duygularımı paylaştığım bir köşe yazımda; “Söke’den Didim’e dönüşlerin zevki bir başka…Hele şimdiki gibi akşam üstüyse ve tepelerin ardında batmakta olan güneş, dağların gölgesini kasabanın sokaklarına indirmekteyse insanı ister istemez duygu yoğunluğuna taşıyor. Aracımız o daracık sokaklardan geçerken ölgün lamba ışıkları altında, tüm gün güzel şeyler yapmış insanların evlerine telaşlı dönüş görüntüleri yıllar öncesi tatları yaşatıyor insana. O doğup büyüdüğümüz okul dönüşlerini, akşam üstü sokak oyunlarını, mahalleyi karanlığı bastığını anlayamadığımız o güzel bahar akşamlarını anımsatıyor.” diye günlüğü tanelerken, bir gün Sökeli olacağımı ve Didim’den Söke’ye keyifli dönüşler yaşayacağımı hiç düşünmemiştim.
Başka kentlere, köylere yolculuklar yapmalı insan…Uzun yolculuklara çıkmalı ve geriye dönüşlerin mutluluğunu yaşamalı. Gezmek, kendi dışımıza çıkmaktır. Zaman zaman kendi dışımıza çıkmalıyız.
Ama bu yolculuklar, hiçbir zaman sonu nerede ve nasıl biteceği belli olmayan yolculuklar olmamalı. Beni Didim’e götürecek araç giderken otogar girişindeki boş alanda bulunan bir ağacın altına sığınmış Suriyeli göçmenler ilişiyor gözüme. Savaş çocukları, anneler, delikanlılar, babalar…Tam da bir dramın içindesiniz. Dağılmış yatak yorganlar, giysiler, paçavraların içinde sarılmış sarmalanmış bebeler, kışın ayazında boş bir tenekede yakılmış çalı çırpının sıcaklığında ısınmaya çalışan insanlar. Hayırsever Sökelilerin getirdiği birkaç kap yemek…
Savaş ve ölüm. Zavallı insanlık…Çağın yüz karası…Yerlerinden yurtlarından koparılmış insanlar. Yurdun dört bir yanında permi perişan. Söke’nin Suriyeli göçmenleri yine de şanslı diyorum. Umut tacirlerinin bir bota bindirip denizin ortasında ölüme terk ettiği, umuda yolculuğa çıkıp cesetleri kıyıya vuran diğerlerini düşününce, bizimkiler yine de şanslı diyorum. Cesetleri kıyıya vuran bunca insanın dramı nerede başlıyor, nerede bitiyor? Sırf para kazanmak uğruna içlerine elyaf ve sünger doldurdukları yelekleri “can yeleği” diye bu insanlara satıp onları ölüme yollayan, insanlıktan nasibini almamışları düşündükçe insanlığın ne kadar alçaldığını kavramakta zorluk çekiyorum ve insanlığımdan utanıyorum. Ayak üstü konuştuğum bir baba göçmene kurumlardan neden yardım istemediklerini sorduğumda, başvuru yapamadıklarını çünkü kendilerini sınırdaki mülteci kampına gönderdiklerini ve orada yaşamın buradan da kötü olduğunu açıklıyor. Yine de bu insanlara bir şekilde yardımcı olabileceklerin sessiz kaldığını düşünüyorum.
Not: yazımı sonlandırırken, haberlerde birçok mültecinin ölümüne neden olan üç ölüm tacirinin 128’er yıl ceza aldığını duyduğumda, geç kalınmış olsa da bunun caydırıcı bir etkisi olacağına inanmak istiyorum.