ALİ GENÇLİ
DATÇA GÜNLÜĞÜ
Gençlik yıllarımda edindiğim bir alışkanlık, gezmeyi planladığım yerleri ajandama yazmak ve olanak bulunca bu yerlere gidip, gezip, görmek. Datça’da bu yerlerden birisiydi. Geçtiğimiz Şeker Bayramı’nda Datça’da üç gün geçirerek bu dileğimi gerçekleştirmiştim. Yeryüzünde gezilmesi gereken yerlerden biri olarak notlarımın arasına düştüğüm nadir yerlerden bir Ege kasabası Datça…
“Gezmek kendi dışımıza çıkmaktır demiş bir bilge. Gezi planlarım arasında aylar öncesinden Datça’yla tanışmak vardı. Ancak sürekli ertelemek zorunda kaldığımdan 2015’in Şeker Bayramı’nda bu düşü gerçekleştirme olanağı bulabildim. Datça’yı uzun yıllar yaşadığım Didim’de kıyıya vuran yaralı fok “Badem”e sahip çıkamayışımızı eleştirmiş, Badem’i sembolü haline getiren Datça’dan övgüyle söz etmiştim. İşte Datça bu yazımla birlikte sonra dikkatimi çekmiş, Can Yücel’i sahiplenişiyle, Altın Badem Film Festivali’yle özgünlük ve çekicilik taşıyan Ege’nin bu saklı cennet köşesinin gezilip görülmeye değer bir yer olduğunu belleğime kazımıştım, bir gezgin olarak. Hatta her beş yılda bir yaşadığı yeri yenilemeyi alışkanlık haline getirmiş, göçebe genetiği taşıyan biri olarak, yaşamımın bundan sonraki bir bölümünü “Datça” da geçirebileceğim düşünü kurmaya başlamıştım geçen yıl ortalarında…” İzmir’den Datça’ya giden otobüse Aydın otogardan katılıyorum. Aydın, Çine, Yatağan, irili ufaklı köylerden geçerek uzun bir yolculuktan Muğla’da mola yerine kadar geliyoruz. Muğla’dan sonra bol kıvrımlı, inişli çıkışlı seyrine doyamayacağınız manzaraları izlemenin keyfiyle Marmaris karşılıyor bizi. Koltuk arkadaşım güzel bir rastlantı Şair Müslim Çelik. Datça’da bir etkinliğe davetli. Şiir üzerine konuşuyoruz bana Yılmaz Güney’i betimlediği "Paris'te Kavalla Son Prelüd"adlı son kitabını imzaladı. Marmaris'ten Ege Denizini uzun bir çıkıntı oluşturmuş yarım ada Datça bir saat uzaklıkta. Sağlı sollu mavi koyların oluşturduğu çam ormanlarıyla kaplı bu kara parçası henüz bozulmamış doğa turizmi için çok uygun bir yer. Marmaris’ten itibaren olağan üstü uzun, kıvrımlı dağ yollarından, denizi kâh sağına, kâh soluna alarak ilerlerken, otobüsün camından çektiğim fotoğraflarla yolculuğu keyifli hale dönüştürdüm. Günün son saatlerinde servis, yolcuları kent içine bıraktı. İnsanlar güzel bir Ege kasabasında yaşıyor olmanın mutluluğuyla evlerine dönüyor, akşam yemeği için yol üstü aş evleri de konukları için hazırlıklar yapıyordu. Benim için ise M.Ö. 63 yılları ile 20 yılları arasında yaşamış Coğrafyacı Strabon’un, ”Tanrı, yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse Datça Yarımadasına bırakır.” Sözlerinde anlam bulan bir üç günlük izlence başlıyordu… Konuk olacağım oteli sorduğum esnafın parmak işaretiyle görünecek kadar yakınına gelmiş olduğum, kentin ne kadar zarif, iç içe olduğu hissini uyandırdı bende. "Akdeniz'in Ege Denizi ile birleştiği, yeşilin maviyle kaynaştığı, uzun ömürlerin yaşandığı bu coğrafyada sizleri görmek bizi mutlu eder." çağrısıyla mütevazi hizmetlerini sürdürerek konuklarının keyifli saatler geçirmesi için her türlü konforu düşünmüş olan Laçin Apart 'ta konaklarken, sahipleriyle de yeni dostlar kazanmak ayrı bir mutluluktu benim için.
İlk günün sabahında Ege’ye özgü olağanüstü bir sıcağa uyandık. Ben, diğer konuklar ve Datçalılar. Taşıtlarca daraltılan Atatürk Caddesi gibi, kaldırımları da oldukça daralmış durumda. Ama buna karşın caddenin uyumlu köşelerinden biri olan Zekeriya sofrasında içtiğim çorbanın keyfine diyecek yoktu. Cadde üzerindeki diğer esnafların gösterdiği konukseverliği gördüğüm bu mekanın, günün diğer saatlerinde de yoğun ilgi görmesi diğer müşterilerin de aynı keyfi aldığını gösteriyor. Cadde genelde temizliğiyle dikkati çekerken, yeni dikildiği belli olan fidanların büyümesiyle caddenin kente daha yakışır duruma geleceği muhakkak. Balık, bal, badem ve begonvil ülkesi Datça’nın henüz ekzos kokusu bulaşmamış havasını soluyarak sağlı sollu, vitrinleri özenerek hazırlanmış, Datça’ya özgü doğal ürünler, hediyelik eşyalar satan dükkanların, çiçekçilerin, kuyumcuların ve otellerin çevrelediği cadde üzerinden, Cumhuriyet meydanına geliyorum. Dönüşte; kirlettiği alanın temizlenip, kaldırıldığını gördüğüm çöp konteynırının, eski bir yapının duvarına asılan Edip Akbayram konser pankartıyla birlikte caddeye yakışmadığını düşünmüştüm. Tanıştığımız bir esnafla yol boyunca caddeyi daraltan park etmiş araçlar için çarşı içinde bir otoparka acil ihtiyaç olduğunu konuşuyoruz. Meydan çay evinin gölgeliğinde sabah kahvesi. Deniz tutkunları kumsala doğru akıyor. Kent güne uyanıyor. Sahilden iki yönde de yürüyorum. Sağda marina kartpostal güzelliğinde. Amfi tiyatro girişi sizi alıp götürüyor eski zamanlara. Yeşilliği ve renk renk çiçekleriyle amfi giriş yolundan amfi tiyatroya giriyorum. Kent festivallerine ev sahipliği yapmış bu gizemli alan İdil Biret’ten , Fazlı Say’a, Edip Akbayram’dan Levent Kırca’ya ülkemizin bir çok sanatçısını ağırlamış. Taşlık plajına kadar yürüyorum, sahil yürüyüş yolu ve çevresindeki mekanlar mütevazi görüntüsünü koruyor. Limandaki Badem’in sevimli heykeliyle bir anı fotoğrafı çekiliyorum. Ilıca Göleti’nde şifa arayan konuklar kendilerini göletin kükürtlü sularına bırakmışlar. Aynı yoldan geriye dönüyorum. Mavi bayraklı plajlarını çevreleyen balık lokantaları Datça’nın çekim merkezi. Kumluk plajından Hastane önü plajına kadar yürüyorum. Eli işi pazarındaki kapalı barakalar belli bir düzen içinde sıralanmış. Plajlar günün ilerleyen saatlerinde kalabalıklaşıyor. Hastane önündeki çakıl taşlı plajın konukları ağaçların gölgelerinden de yararlanarak, günün tadını çıkarıyorlar. Koylar cenneti ve plajlar kenti Datça’nın diğer plajlarını görme olanağı bulamadım.
Kent içinde çevre turuna çıkıp, Eski Datça’ya gitmeyi planlıyorum. Kent alanından köye yöneldiğimde, yokuş yukarı çıkmak beni biraz zorluyor ama çevreyi gözlemlemek için sıcağa ve yokuşlara aldırmadan yürüyorum. .Yokuş bitince sıcak da etkisini yitiriyor. Sağlı solu kente giriş yolunun henüz bakir oluşu. Yapıların tek tük yolu çevrelemesi Datça’ya uygun düşecek mimariyle az katlı yapıların yaratacağı güzelliği düşünerek ve bunların begonvillerle kaplandığını düşleyerek Eski Datça yol sapağına geliyorum. Taşıtlar, her iki yönde de yoğun olmasa da akıp gidiyor. Hafif yokuştan kıvrılarak çıkan taş yoldan, taş evlerin önünden geçerken eskinin nostaljik ve gizemli havasını soluyarak yolcuların köy dolmuşuna binip indiği meydana geliyorum. Muhtarın kahvesi konuklarını ağırlıyor. Can Babayla selamlaşıyoruz. Onun için yazdığım şiiri kutsal bir muska gibi katlayıp kahvede adına oluşturlmuş köşede bulunan büstünün altına sıkıştırıyorum. “ Saçlıydı sakallıydı/adam gibi adamdı.//İnsanlığı içinde saklıydı/Ne dese, ne söylese,/ Küfür de etse, o hep haklıydı.// O her zaman CAN’ dı//
Gözlemeleriyle kahvaltılarını eden konuklara katılıyorum. Bir yorgunluk kahvesi bulunduğum yerin tılsımlı havasıyla umulmaz bir keyif ve tad bırakıyor. İçimden bir türkü tutturmak geliyor. Ege tadında bir türkü. Zaman kısıtlı, taş evlerle çevrili dar yollara atıyorum kendimi. Elişi, anı ürünleri tezgahlarda yerlerini alıyor, çoğalıyor insanlar yavaş yavaş. Can Baba’nın sokağı. Evinin kapısına geldiğimde kalabalık meraklıların ne düşündüklerini merak ediyorum. Anıların dağarcığına fotoğraflar ekliyorlar. Ağaçlar, yeşillikler ve taş yapıların geçmiş kokan sıcaklığı ister istemez geçmişe götürüyor. Neler yaşandı? Ne öyküler yazıldı sessizce bu dar sokaklarda? Merakıyla meydana dönüyorum. Kalabalık daha da artmış. Dolmuşa binip kente dönüyorum.
Ve Gece…
Bu Ege kentinin mitolojik havası sarıyor insanı. Bol taşıtlı cadde insan kalabalıklarıyla canlanmış gibi. Atatürk meydanına geldiğimde güneş batmış, insanlar mini bir amfi tiyatroyu andıran alanın deniz yönündeki tahta basamaklara oturmuşlar, çoluk çocuk dondurma keyfini yaşarlarken, amatör bir müzik grubunun sokak şarkıları ziyafetini keyifle izliyorlardı. Onlar içten gelen bir samimiyetle yabancılık çekmeden katılıyorum. İnsanlar arasında küçük, büyük-kadın, erkek tam bir evrensel duygu bütünlüğü gözlemleniyor. Birkaç turist aile de kendi ülkelerindeki rahatlıkta… Kumluk plajında hareketlilik her geçen saat atıyor. Alandaki çoğalan insanlar gibi. Eskiyi yaşamak isteyenlerin uğrak yeri “salaş” meyhanelerin önünden geçip geçmişi koklayarak. Giden gelen insanlar damak tadlarına uygun bir mekan ararken, gidiş geliş yaptığım bu sokaktan sonra yolu uzatıp “sanat sokağı”na yürüyorum. Kalabalık. Bazı standlarda gerçekten özgün, ele emeği ürünler müşterilerini bekliyor. Gülen yüzler yansıyor. Alış veriş yapanlar artlarında bir mutluluk bırakıyor. Sokağın bittiği yerden geri dönüyorum. İlk gelişte ününü duyduğum adı gibi naturel “KEKİK” lokantasının kumsaldaki masalarından uygun bir yere garsonun önerisiyle oturuyorum. Kumsalın bu şekilde halkın yararına sunulması sokağa başka bir hava vermiş. Tüm müşterilerin yüzlerinde mutluluk.
Menüden “bademli köfte” ilgimi çekiyor. Aslında Datça’nın 4B’sinden BALIK güzel bir Tekirdağ’a- ızgaradan sonra eşlik edebilir ama, bir dostumun “gezilen yerlerde oralara özgü yemekler yemedikten sonra o gezi eksik kalır.” dediğini anımsayarak. Buraya özgü olsun diye bademli köfteyi tercih ediyorum. Gecenin sonunda şef garsonun Tekirdağlı hemşerim olduğunu öğrenince seviniyorum. Bu yörenin, gerçekten “çınaraltısıyla” “ restoran kumsalıyla” “mavi bayraklı plajıyla” Datça gezginlerinin mutlaka tadını çıkarması gereken bir köşe olması gerektiğini düşünüyorum.