AKÇORA GÖMLEK

Sarı Mustafa, uzun yıllar koyunlarına bakabilmek ve ailesinin geçimini sağlamak için, göçerlik yapmıştı. Kışı, bir grup yörükle, Dikburun denilen Dilek yarımadasının denizle buluştuğu yerde geçirir; baharla birlikte, Balat ovasına dönmek üzere yola çıkardı. Konaklayarak üç günde gelirdi Balat ovasına.
Bu yüzden iki çocuğunu okula gönderememişti. "Bari bundan sonrakiler okusunlar " diyerek yerleşik hayata geçmeye karar vermiş; köyün kenarındaki bir alana, muhtardan izin alarak , çitten iki göz bir ev yaptırmıştı. Koyunlarını da avlunun bir köşesinde yaptığı, sazdan sayasında barındırıyordu.
Yaz mevsimi olması nedeniyle, koyunlarını köyün altındaki meraya yaptığı çardağa yatırmıştı. Şimdi de çit evinin avlusunun eksik kalan duvarlarını, dereden getirdiği taşlarla örüyordu.
Üstten bir ses "Kolay gelsin, Mustafa!" dedi. Gelen, Kırbaş Mehmet'ti. Saçları erken yaşta kırardığı için, köylüler ona Kırbaş Mehmet diyorlardı. Uzun boylu değildi ama vücudundaki oran onu olduğundan daha uzun gösteriyordu. Onun gerçek boyu, ancak birisiyle yanyana geldiğinde fark edilebilirdi. Kır kaşlarının altındaki mavi gözleri her zaman keskin ve parlaktı. Konuşurken karşısındakinin gözlerine bakar ve etkili konuşurdu. Herkesle eşit mesafede ilişki kurardı. Güldüğünü gören hiç olmamıştı. Obanın ileri geleniydi.
"Mustafa, ben keçileri bu yaz, Kazıklı tarafına götüreceğim; çocuklar alışınca, bir ay sonra döneceğim. Ben gelinceye kadar, senin Ali, deveme bakabilir mi?" dedi Kırbaş Mehmet. "Olur" dedi, Sarı Mustafa. Aynı obadandılar. Uzun yıllar birlikte devecilik yapmışlardı.
Sarı Mustafa'nın oğlu Ali, on yaşındaydı. Üçüncü sınıfı okumuştu. Deveyi, Kırbaş Mehmet'in deve damından alacak; köyün altındaki dikenlik alanda otlatacak; kanaldan sulayacak; akşam üzeri dama bağlayacaktı.
Ali, ilk gün deveyi damdan çıkardı, köyün altındaki dikenlik alana götürdü. Ali, yılgının gölgesine oturmuş, deveyi gözlüyor; bir taraftan da etrafı seyrediyordu. Hemen yanındaki şoseden geçen bir otomobil durdu. Buralarda otomobil pek görülmezdi. Ali'nin dikkâtini çekti. Biri kadın, biri erkek iki kişi indi otomobilden. Elleriyle işarat ederek, deveye binmek istediklerini anlatmaya çalıştılar. Türkçe bilmiyorlardı. Ali, durumu anladı. El işaretiyle para istediğini anlatmaya çalıştı. Yabancı turistler durumu anladılar ve cüzdanlarından otuz beş kuruş çıkarıp Ali'ye verdiler. Ali, verilen parayı çok az buldu. Deveyi çökertip, turistleri bindirmek yerine, biraz ilerideki yılgının arkasına saklandı. Turistler, bir süre bekledikten sonra otomobile binip gitiler.
Ali'nin deveye bakma süresi yirmi günü geçmişti. Gün boyu güneşin altında kalmaktan yoruluyordu. Bir gün, akşam üzeri eve geldiğinde, annesi, "Oğlum Ali, eşeğimizi gölün kıyısındaki kaşaklığa bağla, gel; iyice karnını doyursun, yarın alırız" dedi. Ali, eşeğe bindi, kaşaklığa götürdü ve bol otlu bir yere bağladı. Yalın ayaktı. Bir çift dora marka naylon ayakkabısı vardı. Eskimesinden korkuyordu. Eskirse, okulda ne giyecekti.
Kaşaklıktan çıkarken, geçen yıl ilkokulu bitiren Atiye'yi gördü. Kaşakların gölgesinde bacaklarını uzatmış, şalvarını diz kapaklarının yukarısına kadar çekmiş oturuyordu. Sedef rengindeki ince, uzun bacakları, güneşin ışıkları altında ıldır ıldır parlıyordu. Körpe göğüsleri, gömleğinin altından kendini belli ediyordu. Başındaki örtüyü çıkarmış, ipek gibi kumral saçlarını omuzlarına kadar indirmişti. On beşini yeni bitirmişti. İnek otlatıyordu. Tam önünden geçerken, "Ali, buraya gel!" dedi Atiye. Ali, Ati'yenin gözlerinde daha önce hiç görmediği başka bir bakış gördü. Korktu. Kaçmaya başladı. Atiye, uzun bacaklarıyla koşarak Ali'ye yetişti. Sol eliyle Ali'yi kolundan tuttu; sağ elindeki yılgın sopasını Ali'nin bacaklarına, vurmak zorundaymış gibi bir duyguyla bir kaç kez sertçe vurdu. "Gel dedim mi geleceksin!" dedi.
Ali, Atiye'nin bu durumuna çok şaşırdı. Atiye, okulda herkese ablalık yapardı. Dövüşenleri ayırır, barıştırırdı. Elindeki yiyeceği yalnız yemezdi. Bir keresinde portakalını Ali'yle paylaşmıştı.

Ali, yalın ayak, daha hızlı koşarak köye giden şoseye çıktı. Tam bu sırada, şimdiye kadar hiç görmediği güzel bir otomobil yoldan geçiyordu. Otomobil durdu. İçinde yeni ve parlak giysili dört kişi vardı. Şehirden geldikleri belliydi.Otomobili kullanan "Köye mi gidiyorsun?" dedi Ali'ye dönerek. Ali çekindi. Cevap vermedi. Aynı kişi, "Biz de köye gidiyoruz; Gel, seni köye götürelim" dedi. Ali, sesizce durdu.
Otomobil köye doğru yoluna devam etti. Ali, daha hızlı koşarak kestirmeden eve vardı. Dora marka naylon ayakkabısını giydi ve aynı hızla köyün kahvesine vardı. Otomobil kahvenin önünde duruyordu. İçindeki kişiler, kahveye oturmuşlar, kendilerini dinleyen köylülere Ali'den söz ediyorlardı. Ali, kahvenin kenarındaki dut ağacının gövdesinin arkasına gizlendi; konuşmaları dinlemeye başladı.
"Biraz önce gelirken, köyün girişinde yalın ayak bir çocuk gördük; ne bu köylünün hali böyle?! Ne bu fakirlik?! Biz baş'a geldiğimizde fakirlik bitecek!" diyorlardı. Köylüler de durumdam memnun dinliyorlardı. Kendilerine değer verildiği duygusunda oldukları yüz ifadelerinden, ilgilerinden belli oluyordu.
Kendisinden bahsedildiğini duyması, Ali'nin hoşuna gitmişti. Yaşadıklarını akşam babasına anlattı. Babası, onların politikacı olduğunu, seçimin yaklaştığı için geldiklerini söyledi.
Bir akşam üzeri Kırbaş Mehmet, elinde gazete kağıdına sarılı bir şeyle Sarı Mustafa'nın evine geldi. Dediği gibi bir ay sonra köye dönmüştü. Artık, Ali, deve çobanlığı yapmayacaktı.
Kırbaş Mehmet, Ali'nin, devesine bakmasından dolayı memnuniyetini belirtti.Elindeki gazete kağıdına sarılı paketi açtı. İçinde bir gömlek vardı. Kendi eliyle Ali'ye giydirdi.Tam gelmişti. Ali çok sevindi. İlk kez kendisine böyle bir gömlek alınmıştı. Sarı zemin üzerinde, siyah çizgileri olan, uzun kollu bir gömlekti. Bu güne kadar annesi değişik, basit kumaşlardan işlik dikmişti Ali'ye.
Sarı Mustafa, Kırbaş Mehmet'e " otur, çay içelim" dedi. Kırbaş Mehmet, "Yeni geldim, yorgunum" dedi ve gitti.
Ali, gömleği çıkardı, dikkâtle inceledi. Düğmelerini saydı. Sol göğsündeki cebine elini soktu. Yakasının iç tarafında bir yazı olduğunu gördü. Çok güzel bir yazıyla, akçora yazıyordu. Ali, "Bu yazıyı nasıl yazdılar acaba?" diye düşündü kendi kendine. Bu gömleği bayramlarda, bir de okulda giymeliydi. Arkadaşlarına göstermeliydi. Gömleği koyacak bir yer bulamadı. Annesine sordu. Annesi, "Çamaşır çuvalına koyalım" dedi. Desenli, iki tarafında tutacak yeri ve ağız bölümünde kapak görevi gören bir parçası olan yörük dokuması büyük çamaşır çuvalının en üstüne, güzelce katlayarak koydular gömleği.
Ali, okulun açılmasını dört gözle bekledi. Okulunu seviyordu. Çünkü, genç öğretmeni Pervin Hanım, öğrencilerini seviyordu. Sadece ders değil, şarkılar, oyunlar da öğretiyordu. Bir gün, Ali'nin başını okşayarak, "Ne güzel kaşların var" demişti. Ali sınıfın en başarılı öğrencisi olmuştu.
Nihayet okul açılmıştı. Ali, Akçora gömleğini giydi; önlüğünü giymeden erkenden okula gitti. Amacı, yeni gömleğini arkadaşlarına göstermekti. Okul müdürü Feyzullah Bey, Ali'yi bahçede gördü. Yanına çağırdı. "Önlüğünü neden giymedin?" dedi. Ali bir cevap veremedi. "Git, önlüğünü giy, gel!" dedi. Ali, koşarak eve gitti. Siyah önlüğünü giyerek okuluna döndü.
Teneffüste, büyük sınıftan bazı çocuklar, bahçenin bir köşesinde kafa kafaya vermişler, gizli bir şey konuşuyorlardı. Ali, yanlarına yaklaşarak dinledi.
Atiye, köyden geçen komşu köyün otobüsünün şoförüyle kaçmıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar