YANLIŞLIKLARIMIZ

Gazetecilik çok ilginç bir meslektir. Gün gelir,      devletin en üst düzey yöneticisiyle karşı karşıya gelirsin... Gün olur, varoşlarda oturan fakir fukaranın dertlerini dinlersin, bazen adaylığa soyunan siyasilerin sabah kahvaltılarına katılır, onların gövde    gösterilerine tanık olursun. Bazen de süpriz şekilde börek-kebabı önünde bulursun.

Böğreği anladık... Kebap da neyin nesi? Ben kebap yemedim. İyi ki yememişim, yiyenler birbirine düştü. O gün, bu gün kavgalılar!

Kebap yemeselerdi, kavga etmezlerdi! Aralarının açılmasına hep kebap neden oldu.

Yoksa ahlaki değerlerimiz mi aşındı? En küçük ve incir çekirdeğini bile doldurmayan bir nedene dayanarak birbirimize olmayacak göndermeler yapıyoruz. Sözde basın bu ülkenin dördüncü kuvveti! O eskidendi. Koşullar değişti. Türkiye, “İleri demokrasiye” geçtiğinden beri basın kendini geriye çekti. Ve şimdi güç bakımından alt sıralarda geziniyoruz.

İzlenen bu politika yanlış. Gazeteciler altlarda   gezinmemeli. Zira onun asli görevi, toplumsal uzlaşmayı yaygınlaştırmak, onların sorunlarını ilgililere aktarmak, yöneticilerin mesajlarını ise geniş kesimlere ulaştırmaktır.

Ama koşullara ve geldiğimiz şu noktaya baktığımızda, iç açıcı birşeyler yaptığımız söylenemez. Kendimize bir uğraş bulduk. En yakın dostlar, birbirleriyle kavga etmek için fırsat kolluyor. Hani çok ciddi konulara değinemediğimiz bir gerçek. Neden değinemiyoruz? Meslektaşlarımızdan bazıları, ileri demokrasiye kavuştuğumuzu söyleyince, yanlış yapmamak için suya sabuna dokunmuyorum. Yereldeki meslektaşlarımız da benim gibi düşünüyor olacak ki, ileri demokrasinin erdemlerini doya doya yaşıyorlar. Ancak, ileri demokrasiye kavuştuğumuz şu günlerde birbirimizle didişmesek çok iyi olacak. Hele ulu önder Atatürk’ün Söke’ye geliş tarihi üzerinde yaptığımız şu akıl almaz kavgaya bakın. İlgisi olan da yazıyor, olmayan da çalakalem birşeyler karalayıp duruyor. Hiçbir bilgiye ve tanığa dayanmadan, “benim bildiğim doğru” mantığı içinde sürdürülen yayın anlayışı yalnız gazetecileri değil, tüm toplumu gerer.

Sevdiğim saydığım Mustafa Uluçay kardeşimin herhangi bir konuda fırsat buldukça kulaklarıma birşeyler üfürmesine bir anlam veremiyorum. Ben onun yabancısı değilim. Söyleyecek birşeyi varsa, bunu bizzat gelip yüzüme söylemeli.

Söke’de yıllardır devam eden bir yanlışlığın düzeltilmesi gerekiyor. Yani Atatürk’ün Söke’ye geliş tarihi üzerinden yapılan yanlışlıktan söz ediyorum. Ama sevgili dostum Mustafa Uluçay, nasıl olsa 9 Şubat’larda kutlanılıyor ya, öyle kalsın gibisinden görüş bildiriyor. Yalan yanlış bilgilerle halkı kandırmaya kimsenin hakkı yoktur. Çünkü Ulu Önder Atatürk 8 Şubat 1924 Cuma günü Söke’yi ziyaret etmiştir. Adnan Menderes Üniversitesi, 1924 yılının İzmir basını, Anadolu Ajansı, hep 8 Şubat 1924 Cuma gününü işaret etmektedir. Sevgili dostum Abdülkadir Güler ise hâlâ bulanık suda balık avlamaya devam ediyor. Dünkü yazısında Ankara’dan gelen bazı belgeleri köşesine aktarmış, kısacası hatasını sürdürmekte devam ediyor.

Sevgili dostum Abdülkadir Güler’e bir önerim var. 1924 yılları koşullarında ilçemizde yaşanan ve bölge gazetelerinde yayınlanan bir haber ve gerçeği Ankara’dan değil, gidip İzmir Kent Arşivi’nden araştırması lazım. Çünkü gerçek Ege Bölgesi’ndeki arşivlerde. Ve gerçekleri saptırmak ise skandaldan başka birşey değildir.

GAZETEMİZE HOŞGELDİN EGEMEN BAĞIŞ

Şu Allah’ın işine bakın ki, Devlet Bakanı Egemen Bağış, gazetemizde benim karşı komşum oldu. Hiç aklıma gelmezdi, ama oldu işte. Bakan Bağış ara sıra da yazsa, o bir köşe de, ben bir köşede komşu olup çıktık. Gül gibi geçinip gidiyoruz.

Egemen Bey, AB Baş Müzakerecisi olarak, Türkiye’nin ABsürecini daha sistematik yürütmek için ne gibi hazırlıkların yürütülmesinin gerektiğini anlatıyor. Bu çerçevede hazırlanan eylem plânlarını maddeler halinde veriyor.

Hani Allah var yukarıda, köşesinde çok hassas konulara değiniyor. Tarladan sofraya tüm gıda zincirinde, gıda güvenliğini sağlamayı, tüketicinin sağlıklı ve hijyenik gıdaya ulaşımını hedefleyen veteriner hizmetleri, bitki sağlığı, gıda ve yem kanunlarını çıkardıklarını söylüyor. Ve ABile müzakerelerde devam eden süreci en ince noktalarına kadar anlatıyor.

Kısacası komşum Egemen Bağış, AB ile ilgili konulara değinirken, sanki ağzından bal damlıyor. Oysa her fırsatta Türk Milleti’ni aşağılayan, küçük gören, horlayan ve Türkiye’yi tarih sahnesinden silmeyi kafasına koyan AB’ye girsek ne olur, girmesek ne olur?

Sadece kendi sınırları içinde demokrat olan, demokrasi ve insan haklarından hiç nasibini almamış batı dünyası bu emperyal anlayışı ile Türkiye’ye ne faydası olur? Veya bize ne verebilir?

Türkiye’de 20 milyon yoksul insan var.

Bir ülke düşünün; mal varlığını bir bir satıp harcıyor. Neden? AB böyle olmasını istiyor. Her özelleştirmeden sonra sırtımız sıvazlanıyor.

İktidar, sekiz yıldır muhalefet kanadıyla sürekli bir didişme içinde.

Küçük esnaf can çekişiyor. Çiftçinin hali perişan, belini doğrultacak gücü kalmamış ve Türkiye kendisini beslemek için dışarıdan çeşitli tahıl ürünleri ithal ediyor.

Türkiye’nin kalkındığı ve işsizliğin azaldığı iddia ediliyor. Ancak ne gariptir ki, AKParti iktidarı,  sekiz yıldır sadece yoksulluğu yönetiyor.

Köşe komşum Egemen Bey, bu yazdıklarımı okursa sevinirim.