Biz Türklerde nedense kendimizi beğenmeme ve yabancı hayranlığı hastalığı vardır. Bu hayranlığın bir adı da BATI hayranlığıdır. Batının Türke bakış açısı hep kötü olmuştur. Şöyle ki: Türkleri, yenilikçi ve yaratıcı düşünemeyen, vahşi, kaba gezginci ve çoban bir toplum olarak tanımışlar ve nitelemişlerdir. Tarihimizi bize onlar yazmışlar ve bizi-bize böyle kabul ettirmişlerdir. Bu tanımlama sıfatı taa! Osmanlı Devletinin Duraklama ve Gerileme Devrinden 1920 yılına kadar da böyle devam etmiştir. Sen, tarihini bilmeyip, çocuklarına geçmişini öğretmezsen, Türkçe dilini bırakıp, Farsçayı ve Arapçayı Devlet dili olarak alıp kullanırsan ve Türk benliğini yitirirsen, elin adamı senin gözyaşlarına bakmadan sana her türlü hakareti yapar. Tarihini siler. Seni köle bir toplum yapar. Batı, Türkleri Balkanlardan attığı gibi, Anadoludan da atmayı düşünüp planlamaktadır. Hiç düşünmüyoruz ki; bugünkü Batının haklı olarak ve gururlanarak sahip çıktıkları Çağdaş Medeniyetin oluşumunun temelinde ÖN-TÜRK Uygarlığının mayasının olduğunu bilmeyişimizdir. Ön- Türkler zamanımızdan on dört bin yıl önce İsviçre Alplerinde ve İtalya Alplerinde dünyanın ilkokullarını açmışlardır. Portekizin Atlas Okyanusu kıyılarına ve İrlandaya kadar gitmişlerdir. Hatta bugünkü çağdaş Demokrasi kültürünün temeli, İtalyada Romada Etrüsk kültürüyle atılmıştır. Kısaca bu tarihi açıklamayı yaptıktan sonra, şimdi asıl konumuza dönelim. Konumuz yabancı hayranlığı idi. Burada bir anımı ve başka birinin anısından bahsedeceğim.
Yıllar önce bir ilkbahar sabahı otobüs durağındayım. Belediye otobüsü geldi bindim. Otobüs Özkanlarda Çamkıran durağına varana kadar, tıklım tıklım doldu. Bu duraktan da çok yolcu bindi. Güzel giyimli bir bayan eşlinde iki çocuk zoraki yanıma kadar gelip durdu. Kalkıp yerimi verdim. Teşekkür edip oturdu. Öyle ki, çocuklar kıpır kıpır yerlerinde duramıyorlar. Hayret, biri diğerinin aynada ki görüntüsü sanki. Temiz bakımlı çocuklar. Bayana sordum.
Çocukların annesi misiniz?
Evet.
Çocuklar ikiz mi?
Evet.
Okula gidiyorlar mı?
Evet, birinci sınıftalar.
Allah bağışlasın. Şansları açık olsun, sağlıklı büyüsünler dedim.
Kadın gülümseyerek,
Beyefendi, siz öğretmen misiniz?
- Emekli öğretmenim dedim. Gözlerim hep çocukların üzerinde. Öyle güzel ve temiz giyinmişlerdi ki; diğer yolcuların da dikkatini çekiyorlardı. İkisinin de üzerinde Amerikan kot kumaşından ceketleri vardı. Kalplerinin üstünde de Amerikan bayrağı işlenmişti. Görünce içim cız etmişti. İçimden bu çocuklar bu yaşta Amerikan hayranlığı ile yetişeceklerdir diye düşündüm. Bayan beni izlemiş olacak ki;
Beyefendi bir şeye mi üzüldünüz? Durgunlaştınız da!.. Gülümsemeye çalışarak
Hanımefendi, çocukların kalbinin üzerindeki Amerikan Bayrağına baktım. Keşke giydikleri Türk kumaşı olsaydı da, kalpleri üzerinde de Ay Yıldızlı Türk Bayrağı olsaydı dedim. Kadının yüzündeki gülümseme birden yok oldu. Sert bir eda ile, Sen ne diyorsun bey? O giysiler sıradan bir giysi değildir. O, bir markadır. Ben çocuklarıma öyle adi şeyler giydirmem dedi. Samimi konuşmamız da bitiverdi. Otobüs Alsancak ta Hocazade Cami-i durağına vardı. Otobüsten indim. O gün hep, ikizlerin annesinin zihniyetini düşündüm. Şimdi de ikizlerin annesinin düşünce zihniyetine yanıt olarak, bir başkasının anısından alıntı yapacağım.
Yıllar önce arkadaşımla Antalyada Karaoğlan Parkında çay içiyoruz. Yanımızdaki masada sekiz on kişilik bir gurup oturuyor. Türk Tekstil Sanayisi üzerinde konuşuyorlar. İçlerinden biri ABDnin Chicago Şehrinde konsolosluk yaptığını söyleyen biri bir anısını anlattı. Konsolosun anısını, anlattığı gibi aynen veriyorum.
Bir gün İtalyan bir dostumu iş yerinde ziyaret ettim. Her zamanki gibi bana bir Türk kahvesi ısmarladı. Birlikte kahvelerimizi içerken, bay- bayan bir çift içeri girdi. Fransızca selamladı ve elbiselik bir kumaş istedi. Dostum İtalyan, onları ayakta karşıladı. Raflardan altı yedi top kumaş indirdi, sıra ile tezgahın üzerine açarak yaydı. Bay-bayan müşteriye, bu Amerikan kumaşı, bu İngiliz kumaşı, bu İtalyan kumaşı, bu Hint kumaşı diye hepsini ayrı ayrı tanıttı. Müşteriler kumaşları parmakları arasında kalite kontrolü yaparak değerlendirdiler. - Başka kumaşını da var mı? diye sordular? Dükkan sahibi var efendim diyerek, hızlıca camlı bir bölmeden bir top kumaş getirdi, tezgahın üzerine açıp serdi. Müşteriler gene parmak ucuyla kalite kontrolü yaptılar. Kumaşı çok beğendiler. - Bu ne kumaşı? Dostum İtalyan, bana bakarak Bu da Türk kumaşı dedi. Beni de müşterilerle tanıştırdı. İstenilen uzunlukta kesip müşteriye verdi. O anda Türk kumaşının beğenilmesi, bana büyük bir mutluluk ve övünç kaynağı olmuştu. Bu anımı hiç unutamam dedi.
Ben de bu konsolosumuzun anısını, ikizlerin annesi ve onun gibi düşünen yabancı hayranlarına bir ders olsun diye siz okurlarımla paylaşmak istedim.
Tarihimizi araştırıp öğrenmezsek ve çocuklarımıza doğru tarihimizi öğretmezsek, geleceğimize güvenle bakamayız. Batının bize yazdığı tarihle hiçbir yere varamayız. Köle olmaya ve güdülmeye layık bir toplum olup yok oluruz.. Oysa Türk Ulusu tarihi yaşayan ve yapan uygar bir toplumdur. Var olduğu günden, günümüze kadar da özgür ve bağımsız yaşamayı bilmiştir. Yabancı hayranlığının aşağılayıcı bir düşünce tarzı olduğunu unutmayalım. Büyük ATATÜRK boşuna mı demişti, Ne Mutlu Türküm Diyene. diye?