Uzadıkça Yüzyıla Dönen Günler

OYHAN HASAN BILDIRKİ

Nasılsın Ruhum?

Sanki bir asır geçti aradan, koyu bir günde soluk güneşin altında hep aynı hayatı sürüyorum.

Git gel, git gel. Bitmeyen işler, hep yarına ertelemeler ve sonsuz mutsuzluklar... Gel de ağlama...

Öğretmenlik de zor şeymiş meğer? Hele sekiz saat boyu bir yere bağlanmışsan, bunun dışındaki zamanını da öğretmekle geçirmek istiyorsan, kolay değil canım. Çünkü zaman, sana senin ayırdığın zaman, bununla tükeniyor başkalarına öğretmekle.

Her ne kadar başkalarına çalışmakla geçim temin ediliyorsa bile başkalarına çalışmak sadece karın doyuruyor işte. Fakat öğretmek başka bir zevk, başka bir zevk ama verdiğinden fazla zaman isteyen ve verdiğin zamanı sana ödemeyen bir şey...

Dedim ya zevkli olanda yeteri para ve imkân yok. Zevkli olmayanı da sadece karın doyuruyor.

Böylece bir işten bir işe koşan insanoğlu, ne eşine, ne dostuna, bırak eşi dostu, ne çocuğuna, ne kendisine zaman ayırabiliyor.

Sene boyu bu zevkli zamanı bekliyorum, sonrada çok yoruluyorum.

Bu defa program güzeldi. Arkası arkasına geldi derslerim... Cumartesi, Perşembe, Cumartesi derken bitiriverdim.

O aralarda üç yerde çalışır gibiydim. Sekiz saat ofis, her 14 günde bir 20 saat menajerlik, bir de öğretim her perşembe ve cumartesi.

Hani derler ya kedi delikten geçememiş kuyruğuna kabak takmış...

Ve bugün; gene o 20 saatlik hafta sonunu yaşıyorum. Olsun varsın, bu pazartesi ofis kapalı ve sekiz saat bana ait... Hani Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma derken boş hafta sonu geliyor bile...

Ara sıra şiirler, selamlar olmasa çekilir mi bu dünya bilmem?

Güneşli bir yer istiyor canım, bir de akşamsefası

Çilingir sofralı.

Bir simit,

Zeytin,

Peynir,

Gözünü sevdiğim üzüm, hele çekirdeksizse...

Bir de seni, birde seni benimle...

***

Neleri, neden özlediğini biliyorum. Memleketin de burnunda tütüyor değil mi? "Soluk güneş" altında aynı hayatı sürdürmekten bıkmışsın. Üstelik bitiremediklerini, gönlünden geçirip yapamadıklarını yarınlara ertelemek?..

Hayatı zorlaştıran ayrıntılar bunlar. Bunlar da, hayatın tadı, kim ne derse desin, ayrıntıları doya doya yaşamaktan geçer.

      Ne vardı sanki güneş, hep ikimizin ufkuna doğsaydı? Tanyeri aydınlığını işyerimize giderken aynı yolda beraber görseydik. Yolunun üzerindeki sincapları ne kadar merak ediyorum, bilemezsin... Onların sana uğur getirdiklerine de inanıyorum.

Ah canım, o yolda aklından neler neler geçiyor, seziyorum!

Hangi şarkıyı daha çok, yeniden söylemek istediğini biliyorum.

İlk kavşakta değilse bile, ikincisinde, olmazsa üçüncüsünde ansızın karşına çıkıverecek Şehzade'ni kim bilir kaçıncı defadır bekliyorsun? Elinde yüzünde gezen, saçlarında dolaşan sabah rüzgârı, aklına neler düşürüyor, biliyorum.

Yol bitiyor ama Şehzade'n görünmüyor.

Şehzade'n görünmüyor.

Üşüyorsun.

Isınmak istiyorsun...

Yanında üç beş zeytinle birlikte dilim dilim kesilmiş peynir olan bir simidi, sevdiğinle bölüşmek istiyorsun, olmuyor.

Soluk güneşi kucağında barındıran hasret şemsiyesi, kapanmak bilmiyor.

Hasretin telgraf telleri, doludizgin atlarla birlikte kalbini baştan uca kuşatıyor.

Uzadıkça yüzyıla dönen günler, çekilmiyor.

Üşüyorsun.

Isınmak istiyorsun.

Öğretirken, öğreniyoruz; biliyor musun?

Üstelik pişiyoruz, olgunlaşıyoruz.

Boşuna dememişler: Her gecenin sabahı vardır diye.

Tanyerinin ardında nazlanan şafak, bizim için hazırlanıyor, gülümseyen gözlerimize doğmak için.

İçimden haykırmak geliyor yeniden: "Yarınlar bizim!"

"Yarınlar bizim!"

Gözünü sevdiğim.

Alınyazım.

Kaderim!