SORUMLULUK SAMSUN ve ÖRGÜTLENME

FARUK HAKSAL

 

Her an tetikte olacak insan… Her an, her zaman...

Düşüncesinin özgün niteliği ile günü ve gündemi izleyen “sorumlu” bakışı ile ve kişilikli “duruş”u ile insanoğlu, her an zinde ve olabileceklere karşı hazır tutacak kendisini…

Engin sarp tepelere tırmanırken ya da bir uçurumun kenarındaki patikada yürürken, kişiliğini eskitmeyecek, kimliğini kirletmeyecek er kişi...

İnsanın [dışarıdan bir komut almadan] kendi kendisini sorumlu kılabilmesi, ulaştığı kültür düzeyinin en önemli mihenk taşı ve pusulasıdır.

İnsan; kendisi ve ülkesi ile çevresi, dostları, (hatta) düşmanları ve düşmanlıkları ile sorumluluk duygusunu yan yana koyup, her an, her gün ve her süreçte yaşama meşgalesinin hesabını verebilecek bir yüksekliğe erişmelidir.

Bu zorlu meşgalenin bir köşe noktasında verilemeyecek hesaplar da olacaktır elbette…

Yanlışlıklar, hatalar, zaaflar, beceriksizlikler olabilecek... Yenilgiler ortaya dökülebilecektir.

Belki de “yüz kere tövbe edilecek” bütün bunlara karşı ve bunlardan dolayı…

Ama kaçılmayacak er meydanından!..

Çünkü er olabilmenin yolu bu yokuşun ardındaki vahadadır…

Hesap verme rahlesinden kalkmadan göğüs gerilecek doğan güne: İşte mesele!

İşte erdem!..

Ve işte gerçek aydın insanın o ışıltılı, somut portresi...

Eğer yılan komşuyu ısırıyorsa...

Eğer siyasetçi yalan söylüyorsa…

Eğer bezirgân pazarlıyorsa vatanı...

Ve eğer ülke düşmüşse dara...

Tek başına da kalsa;

- Doğru Ankara!.. diyebilmeli insan.

Yılanın kendisini de ısırmasını bencilce beklemeden.

Bezirgânın ülkenin tümünü satıp, bitirmesini (tevekkül içinde)  seyretmeden…

- Doğru Ankara!..

Doğru Ankara...

Laf cambazlıklarına, yalanlara, dolanlara, kandırmacılara son: Harç bitti; yapı paydos!..

Mesele çatıya bayrağı çekmek.

İnce sıva sonra da olsa olur.

İçine kurulup rahatça oturmak tabii ki güzel.

Ama ilk önce binayı inşa edelim… Kuralım, kurtaralım!..

Sorumluluklarımızı takınalım.

Gücümüzü bilelim ve yetmiyorsa; ekleyelim, bileyelim.

Şapkamızı masamızın üstüne koyup, aklımızı başımıza devşirelim.

Bu mücadele, iki çift “laiklik sloganı” atıp, sırça köşkünüzde konforunuza yaslanıp, sıranızı savuşturmakla kazanılamaz...

Birleşmeden, sizin gibi düşünen insanlarla bir araya gelip, sabırla, özveri ile çalışıp, didinip, çabalamadan hiçbir yere varılamaz.

Örgütlenmeden hiçbir toplumsal hedefe varılmaz.

İçimize mekan tutmuş çıkar düşkünü sülükleri ayıklamadan omuz omuza verilmez, verilemez…

Mustafa Kemal Samsun’a niye çıktı?

Ve niye hemen Erzurum ve Sivas Kongrelerini topladı?

Niçin  onbeş yirmi kişi ile de olsa, öncelikle bir örgüt kurma yoluna koyuldu?..

Dernek, mernek; parti marti… Ama teşkilat! Yani örgüt.

Geçtiğimiz yıllarda bu ülkede yüz binlerce kişi yürüdü. Daha dün 29 Ekim’de Ankara fethedildi…

Ama sonra aynı yürüyüşü, yani mücadeleyi, örgütlü bir biçimde ve disiplin içinde, düzenli ve akla dayandırılan politikalar izleyerek, kaç kişi sürdürüyor?..

İşte mesele buradadır.

Meydanları dolduran yüz binler bu bilinçle, bu kararlılıkla aynı ilkeleri savunan bir siyasi teşkilatlanma içinde güçlerini birleştirdikleri zaman  gerçekleşecektir atılan sloganlardaki hedefler!..

Peki ya birleşilemezse ne olur?

- Bu iş biter!

Ve bu ülkeye çok, ama pek çok yazık olur...