* Önceki sayıdan devam
Yıllar bir su gibi akıp gitmişti. Bir an için irkildi yüreği. Dalıp gitmişti pencerenin önünde eskilere. Biraz sonra çocuklar uyanacak, Salim, gelin işe gidecekti. Onlara kahvaltı hazırlamak gerekiyordu. Bu gün gecikmişti kahvaltı hazırlığı. Şimdi Salim kalkınca ağzına geleni söyleyecekti.
Zaten son günlerde ağzı da çok bozulmuştu. Anne falan dinlemeden hemen küfürleri sıralıyordu. Akşamdan kalma uyanmış, gözlerinin altı yumruk gibi olmuş, ağzının alkol kokusu hala duruyordu Salim'in.
-Anne, kahvaltı yok mu bu evde bugün? Ne yapıyorsun sabahın köründen beri be. Aç aç işe mi gideceğiz, Ko mun evinde Kalk kız sende. İnek gibi yatıp duruyorsun. Koca karıya kalırsak yandık biz, kalk.
Gözlerinden bir damla yaş düştü Kerimenin. Oğlu kocakarı demişti, çok dokundu. Çemberinin ucu ile yaşını sildi Salim görmeden. Ama gürültü ile uyanan torunu Yahyanın gözünden kaçmamıştı bu yaşlar.
- Çok doğru insanmış bu Hacı İsmail babaanne, çookk. Allah rahmet eylesin. Yattığı yer Cennet olsun. Olacakları ne güzel sana söylemiş zamanında da, sen anlamamışsın. Anlamamışsın sen anne. Bak başına neler geliyor. Ben kötürümüm, babam ayyaş. Allah büyük babaanne, Allah büyük.
Yahya, Salimin büyük oğluydu. Doğum sırasında oksijensiz kaldığı için özürlü kalmıştı. Özrü, yürümesinde zorluk çekmesi, bir de gözlerinde kayma olmasıydı. Aklı yerindeydi maşallah. Yaşı küçük olmasına rağmen dedesi İsmail onu öyle bir yetiştirmişti ki, büyük adamlar bile onun gibi düşünüp, konuşamazdı. Zaten ismini de Hacdan dönüşünde dedesi koymuştu.
Nerden duymuş olur ki bu söylediklerini. Yoksa rahmetliden mi duydu diye düşündü.
- Evet evet, rahmetli söylemiştir. Yoksa ufacık çocuk ne bilsin bunları.
Döndü, yaşlı gözlerle Yahyaya baktı. Pişmanlığı içinin yanmasına engel olamıyordu ama, iş işten geçmişti.
Bir Yahyaya baktı, bir de sofraya oturmaya çalışan Salime.
Saçlarında siyah kalmamış Salim, saçları neredeyse ağarmaya başlamış Yahya.
Biri on altı yaşında, çocukluktan yeni çıkacak delikanlı, diğer daha hayatının baharında olan kırk yaşındaki ihtiyar.
Başından düşmeye ramak kalmış yemenisini düzeltti, evin ısısı ile buharlaşan cama baktı. Gözleri artık iyice seçmiyor muydu ne. Camda İsmail vardı. Gülümsüyordu, kendisine acıyarak bakıyordu. Bakıyordu da, gözlerinden akan damlacıklar buhar akması olamazdı. Aman yarabbi, birde konuşuyordu;
- Ya hanım, demedim mi sana, seninde çocukların var, yapma, Allah büyük.
- Hayır hayır olamaz. Hayalden başka bir şey olamaz!
Camı elinin içi ile sildi.
Bakkal açılmış, sabah alış verişini yapanlar sokağı canlandırmıştı. Bahçe duvarının önünde duran kalabalığın kendisine el salladığını gördü. Gözlerine inanamıyordu.
-Aman yarabbi Olamaz böyle bir şey. Allahın affet beni. Ne olur affet Allahım. Ne günahlarını almışım bu garibanların. Şunlara bak, yarabbi. Bu eziyetleri bana verdiğin için şükürler olsun.
Başından dökülen kar taneleri gibi saç telleri evin evin içine kadar uzanmıştı. İsmaili kaybettiğinin beşinci yılında, lime lime etmişti yaşamını. Artık göz pınarları da kurumuş ağlayamıyordu. Bahçe kapısından kendisine el sallayan üvey torunlarına bağırmak istedi. Kelimeler boğazında düğümlendi.
Titreyen sesi fazlada çıkmıyordu, ama gücü çıktığı kadar bağırdı,
- Allahım affet beni..!