* Önceki sayıdan devam
Yalnız, dedi, yarın kahveye gitmek yok... Bana kafes yapacağız değil mi?
Olur! dedim.
Karımın, sofraya çağıran sesi üzerine, çatıdan indik.
Oğlan, bütün gece uyumadı, sayıkladı.
Sabah, kuş cıvıltılarıyla uyandık. Tanyerindeki kızıllık, oldukça açılmış olmalı, keskin aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Başımda hafiften bir ağırlık var. Umarım, bütün gece oğlanın sayıklamalarını dinlemenin ceremesini, bu ağırlıkla çekeceğiz.
Az sonra, bütün gücümle kendimi işime verdim. Kafamda bir taslak oluşturdum. Kullanacağım aletlerle malzemeleri tasarladım. İlk defa bir kafes yapacaktım. Kafes dedim ya, öyle söylediğime kanmayın. Bir yandan kümese benzer kafes azmanıyla uğraşacak, bir yandan da Oğuzun merakının doruğa tırmanmasını hazırlayacaktım. Halbuki o, sütbeyaz güvercini unutmuştu bile. Kahvaltıda, nedense bu konuyu hiç açmadı. Yalnız, kafesi bitirmem için anne sinin sıkı tembihi var.
Kargaburnunu, keseri, penseyi, çekici, metreyi ve çivi torbasını aldım, arka bahçeye geçtim. Yukarıya, çatıya çıktım. Orada, evliliğimizin ilk günlerinden kalma, modası geçmiş bir sofra ve albenisini kaybetmiş, seyyar bir çanaklık vardı. Onlarla birlikte aşağıya indim. Odunluğa geçtim. Oradan da işime yarayacağını umduğum tahta ve çıta par çalarıyla döndüm. Eski sofrayı ters çevirdim, tezgâh olarak kullandım. Testereyle ilkin, tahta ve çıtaların biçimsiz yerlerini doğradım. Tam bu sırada, oğlum Oğuz geldi, başıma dikildi. Hiç konuşmuyor, her davranışımı kolluyor, gözlerinde gülümseme, boş bulunuyor, burnumun ucuna kadar sokuluyor.
Hem işin zorluğundan, hem sıcağın verdiği etkiden olacak, bunaldım. Sabah temizliğini bitiren karım, odaları havalandırmak için, pencereleri açmış, sesleniyor:
Kolay gele, usta! Bakıyorum, iyisiniz maşallah!
Ter, burnumdan akıyor. Penseyle söküp çıkardığım eski, paslı çivileri, keserle doğrultuyorum. Oğlum, kıs kıs gülüyor.
Ona takılmak, fiyakasını bozmak istedim.
Evlât, dedim, tut keseri. Şu tahtaları ver. Hadi, canlan biraz. Bu kafes benim değil, senin. Göster kendini.
Oğlan, canlandı. Keseri tuttu, bir köşeye bıraktı. İstediğim tahtaları aldı, getirdi. Onları ölçtüm, biçtim. Kullanılacak çivileri hesapladım. Yorulmuştum... Tezgâhtan ayrıldım, çiçek tarhının beton kenarına oturdum. Oğuzda sabır tükenmişti. Derhal beni taklit ederek, tezgâhın başına kuruldu. Zar zor, bir iki paslı çivi çıkardı. Yüreğimde hem sevinç, hem kaygıların yarışı başladı. Gönlüm bunaldı, da yanamadım.
Oğuz be, dedim, bu çiviler de bize yetmez. Koş, nalbura git. Bir koşu, şunları, şunları al gel, olmaz mı?
Yüzüne dikkatle baktım. Hiçbir mızıklaşma izi yok tu. Bazen, bir şey alıp gelmesi için, çarşıya zor gider, mırın kırın eder, bin dereden su getirir, işi Hilâlin üzerine yıkardı. Bu defa öyle yapmadı. Hemen kabullendi.
Yalnız, dedi, ben, hepsini aklımda tutamam. Bir kağıda yazar mısınız?
Denileni yaptım. Oğuz fırladı, az sonra, bütün ısmarladıklarımla geri döndü. Bana destek oldu. Çanaklığı ikiye böldük. Kafesin iskeletini kurduk. Çakım işini de bitirdik. Doğrusu, kafes bozmasını kendim de beğenmiştim. Fakat Oğuz, sesini yükseltti.
Kapısı nerde, baba?
Kapısı mı?
Evet!
Yok mu?
Hani? Gel göster.
Baktım, kapıyı unutmuşuz.
Şimdi çaresine bakarız. Bak, gör işte. Acemi nal bant, eşeği böyle nallarmış. Şu da var ki: Adam adama gerek olur, iki serçeden börek olurmuş.
Çıtalardan birkaçını söktüm. Kapı yeri karşımda duruyordu. Atılmış iki takunya lastiğinden faydalandık, menteşe derdinden kurtulduk. Bir kasanın kısa kenarı, pekâlâ kapı olabilirdi. Aradık, bulduk. Biten kapıyı yerine taktık. Sofranın oval kenarından da, alınlık çıkardık. Suluktur, yemliktir, tünekliktir artık aklıma ne geldiyse, iç düzenini de tamamladım. Ortaya çıkan kafes, gelin gibi oldu.
Aldık, çatıya yerleştirdik.
Şimdi, bütün işimiz, bir çift güvercine kaldı.
Aybaşında, maaşımı almak için ilçeye gitmiştim. Orada bizim taraftan, marangoz bir arkadaşım vardı. Marangoz dedim ya, önce işe kapı, pencere yapmakla başlamış, sonra da mobilyacılıktan dekorasyona kadar çıkmıştı. Ne zaman dükkânına gitsem, boş oturduğunu görmedim. Çelimsiz, kara kuru yapısına rağmen, sanatkâr ellerinin kendisine geriye bıraktığı zamanlarda da, cins Hint horozları ve soylu güvercinler yetiştirmekle uğraşırdı.
İlçeye iner inmez, ona uğradım. Kendisi yoktu. Çıraklarından sordum. Az sonra geleceğini bildirdiler. Maki neler susmuş, çıraklar bitirilen işleri, dışarıdaki kamyonete taşıyorlardı. Rıfkıyı bekledim. Çayımı bitirmek üzereydim, çıktı geldi. Hâl hatır soruşup, kucaklaştıktan sonra;
Neredesin be, iki gözüm? dedim.
Mavişehire gidiyorduk. Sıkıldım, biraz hava alayım demiştim.
Yolculuk hemen mi?
Görüyorsun.
Senden bir isteğim olacaktı da.
Neymiş o?
Bizim Oğuzu bilirsin. Hanidir güvercin diyor da, başka bir şey demiyor. Oğlan, uyumaz oldu. Bulabilecek miyiz?
Hemen mi?
Hemen. Kafes bitti. Oğlan başında bekliyor.
Az bekle, şimdi geliyorum.
Olur!
Rıfkı Usta, dükkândan çıkarken, çıraklarına yapacaklarını söyledi. Kamyonet yükünü aldı, dükkânın teşhir salonu boşaldı. Rıfkı Usta, iki eli dolu, döndü. Bir çift, karı şık duman renkli, hem paçalı, hem tepeli, pembe gagalı güvercini boş salona bırakıverdi. Güvercinler kıpır kıpır, kanat çırptılar. Guruldadılar.
Usta, çıraklarından birine seslendi.
Bant getir.
Buyur usta!
Hangisi erkek, biliyor musun?
Bu, olmalı.
Bilemedin.
Ya hangisi?
Tepeli olanı, oğlum.
Tepeli güvercini yakaladı. Bantla, bir kanadının teleklerini sardı. Aynı işlemi diğerine de yaptı.
Şimdi, dedi, bunlar artık uçamaz.
Bana döndü.
Haydi, dedi, bekletme oğlanı.
Güvercinler iki elimde, hemen dükkândan ayrıldım. Yola düştüm. Meraklılar sordu:
Satılık mı bunlar?
Bu merak sende de var mı?
Doğruca kız kardeşime gittim. Kuşları ona bıraktım. İlçedeki işlerimi bitirince, kasabaya döndüm. Karım, elim de paketler, kapıda beni karşıladı.
Aman, dedi, Oğuz görmesin seni. Bütün gün kıyameti kopardı. Hani güvercinler?
Güvercinler guruldadı. Karım anladı. Oğlan ortalıkta yoktu. Onu, bazı şeyler alması için çarşıya göndermişler. Sürpriz yapmak amacıyla, hemen çatıya çıktım. Güvercinleri, yeni yuvalarına yerleştirdim. Yemini, suyunu verdim. İnecektim, arkamda oğlum bitti. Baktım, gözleri sevgi doluydu. Merakının, beni zorlamasının sonucunu almış olmanın gururunu yaşıyordu. Ben indim, o, uzun zaman çatıda kaldı. Aşağıdan, onlarla konuştuğunu duyuyordum.
Güneş kavuşunca, aşağıya indi. Sofrada, güvercinler üzerine, bana, bir hayli soru sordu. Dilimin döndüğünce anlattım. Hem sevinçten, hem yorgunluktan olmalı, uyudu.
Ertesi akşam, görevimden döndüm. Kafamda, onlarca sorunun karşılığı var. Öyle ya, oğlana mahcup olmamalıydım.
Oysa Oğuz, elinde bir çift olta, beni karşıladı.
Baba, dedi, yarın balığa gidelim mi?
Kızdım.
Bu defa ben, çatıya çıkmadım. Soruyu da, duymaz dan geldim. İçerde, bir divana uzandım, uyudum.
- Bitti -