“PARTİLİ” OLMAK ve REFERANDUM

FARUK HAKSAL

Belirli periyotlarda önünüze konan sandıkta bir partiye oy vermek, partili olmak demek değildir…

Seçim propagandasında söylenenleri kulağının arkası ile dinleyip; liderlerin “karizma”larını gönlünde yarıştırdıktan sonra, “fikrinin ince gülü”nü oluşturup, partilerden birisinin yuvarlağının içine mühür basmak kadar kolay değildir partili olmak…

Partili olmak, kişinin, kendisini bağlı kıldığı bir siyasal düşüncenin toplumsal örgütlenmesi içine katılması anlamına gelir.

Partili olmak, ülkenin sorunlarına getirilen çözümler konusunda parti tüzel kişiliği ile fikir ve eylem birliği içine girmiş bir duruşun, bir tavır almanın aleniyet kazanmış eylemidir…

Partili olan kişi,  partisinin görüşleri ile hiç değilse, barışık olmak zorundadır.

Parti görüşü ya da ideolojisi, kişinin davranışları [ve hatta yaşantısı ile] eylem planında birlik ve uyum içinde olmalıdır.

Bu parti, örneğin, ulusal tarım ürünlerinin desteklenmesi yönünde politika oluşturuyorsa, sözünü ettiğimiz partili yurttaşımızın, mis gibi Anamur muzu dururken, ithal malı Çikita muz yemeyi tercih etmesi kabul edilebilir bir davranış değildir.

Bu basit örneği biraz daha büyütüp, yaşamın her evresine ve tüm çevresine yaydığınız zaman, ortaya belirli bir bir dünya görüşü ve bu görüşe dayalı bir davranış bütünlüğü çıkar...

İşte bu davranış bütünlüğü ve bu bütünlüğün temelinde yer alan dünya görüşü, bir “partili” için, vazgeçilemez, ihmal edilemez ve çiğnenmesi mümkün olmayan bir düsturdur.

Partili olmak, bu düsturu, disiplinli bir biçimde yaşamın temeli haline getirmek ve bu temeli, gerek düşünce ve gerekse eylem planında, düzenli ve bilinçli bir biçimde sürdürmek ve yenilenen pratik içinde, geliştirmektir.

Betimlemeye çalıştığımız anlamda partili insan kimliği, kendisi için ve etki alanında yer alan diğer insanlar bakımından, parti görüşlerinden kaynaklanan bir dünya görüşü ve onun pratiğinin, yaşayan bir laboratuarı durumundadır…

Partili kişi, topluma önerdiği geleceği temsil eden, canlı ve somut bir örnektir.

Sözünü ettiğimiz bu örnek olma sorumluluğu, ifade edilen siyasal ve toplumsal görüşlerin doğruluk ve tutarlığından çok daha önemli bir ahlaki gerekliliktir.

Çünkü insanlar, sizin söylediklerinizden çok; yaptıklarınıza bakarlar... Ağzınızdan dökülen üç-beş cümlenin tutarlılığı ve teorik doğruluğu değil; kişiliğinizden çevreye yayılan “etki”dir insanları yönlendiren temel öğe...

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” özdeyişi, söylemeye çalıştığımız tüm sözleri özetleyen gerçek bir “ÖZ”-deyiştir...

Bu noktaya kadar yazılanlar konusunda az/biraz mutabık durumdaysak, yapacağımız ilk şey, başımızı çevirip, çevremizde olup bitenleri, ülke düzleminde yaşananları, yakın, uzak, dost, düşman bütün insanları [yeniden) gözden geçirmektir…

Lafları bir tarafa istif edip, eylemleri ve davranışları gözlem altına almaktır…

Mesele ak koyun ile kara koyunu birbirinden ayırmak; gerçekten “Ak” olanı, üzerine yapışan tüm kara lekelerden arındırmaktır.

Ve böylece her şeyi, her olguyu yeniden eleştiriyel aklın süzgecinden geçirerek bakıp anlamak ve oynanan oyunları boşa çıkartmak zorundayız…

Kim bu ülkenin ulusal çıkarlarından yana davranıyor;

Kim, ülkenin bütünlüğünü savunuyor?

Kim, ulusal değerlerimize sahip çıkıyor?

Kim, laik Cumhuriyet için gerçek bir mücadele veriyor?

Kim gerçekten hukukun bağımsızlığını savunuyor?..

Ve kim, Lozan’la kazanılan mevzilerimizi gözünün bebeği gibi koruyor?..

Madem ki ortaya bir sandık koyup, halkın düşüncesinin ne yönde olduğunu soruyorlar…

Verelim o zaman bizler de cevabını!..

Apışıp, kalsınlar