OĞLUMA YALNIZLIK HİKAYELERİ (1)

SERKAN OKLAY
Mavi kızıl karıncalar
Hava sıcak olmasına rağmen yüzüme düşen yağmur damlaları ürpermeme sebep oluyordu. Üzüldüğümü ne kadar inkâr etsem de belki kendime yalan söylediğimi bilmek ürpertiyordu.
Çok fazla olmayan insan kalabalığının ön sırasında, cenaze namazı için hazırlığını yapan hocayı bekliyordum. Sağımda ve solumda yüzleri tanıdık gelse de, bana çok uzak olan akrabalarım vardı. Amcam dışında bu insanları en son on beş yıl önce görmüştüm. Önümdeki tabutun içinde yatan adam gibi bana o kadar yabancıydı ki hepsi.
Babamı, cenaze namazını kıldıktan sonra kasabanın çıkışındaki küçük mezarlığa, annemin yanına gömdük. Mustafa amcama ölmeden önce annemin yanına gömülmek istediğini söylemiş. Bir de ‘’Ne yapıp edip Barış’a ulaşın. Ölmeden önce oğlumu görmek istiyorum.’’ demiş. Mustafa amcam da doktorun ‘’Sabahı çıkarması zor.’’ demesiyle hemen aramış beni. Amcam telefonda ‘’Oğlum hemen yola çık gel buraya. Babanın senden bu son isteği, yıllardan beri sürdürdüğün inadını bırak artık, adamın gözü açık gidecek yoksa.’’ demişti. Öleceğini ilk duyduğumda ve buraya geldiğimde, gözlerimin içine bakıp son nefesinde benden af dilerken bir şey hissetmemiştim. İnsan babası da olsa birini yaşarken kalbinde öldürüyorsa üzülemiyor. O kişi hayattayken zaten ölmüş oluyor.
Babamı toprağa verip yalnız yaşadığı eve geldiğimde içimde garip bir burukluk hissetim. Çocukluk ve gençlik anılarımın her köşesine, her eşyasına sindiği evdi burası. Bir zamanlar annemin ve benim de olduğum ev, şimdi öyle sessiz ve boştu ki. Odaları tek tek gezdim. Penceresine nar ağacının gölgesinin vurduğu odama baktım. Yatağım olan tahta divan çok eskimesine rağmen hala pencerenin önündeydi. Sanki her an geri gelip uyuyacakmışım gibi beni bekliyordu. Annemin günün büyük bir bölümünde zamanını geçirdiği eski mutfaktan yemek kokuları gelmiyordu artık. Sıcak bir yaz günü babamın çok yakın dostu aynı zaman da kasabanın tek fotoğrafçısı Tahir amcayı çağırıp, bahçedeki ayva ağacının altında çektirdiğimiz aile fotoğrafı salondaki duvardan sanki beni izliyordu. Evdeki her şey bıraktığım gibi aynıydı sanki. Bu evi, babamı, kasabayı, çocukluk ve gençlik yıllarımı ne kadar çok unutmaya çalışsam da, aklımın bir tarafına gizlenen anılarım ‘’Bak biz seni burada bekliyorduk.’’ der gibiydiler.
Salona girip eski kanepenin üzerine uzandım. Kanepenin döşemeleri bile değişmemişti. Sadece üzerindeki çiçek ve yaprak motifleri çok solmuştu. Köşede duran yastığı başımın altına koyup gözlerimi kapadım. Yolculuğun verdiği yorgunluğu hala üzerimden atamamıştım. Uçak korkum olduğu için İstanbul’dan buraya kadar dokuz saat araba kullanmıştım.
Evin sessizliğini ve bahçedeki ağaçlara tüneyen kuşların seslerini dinlerken uykuya dalmışım. Uyandığımda saat beş buçuk olmuştu. Banyoya gidip duş aldıktan sonra üzerimi değiştirip birkaç mahalle ileride oturan amcamlara gitmek için evden çıktım. Yedi gün boyunca amcamların evinde mevlit okunacaktı. Amcam cenazeden sonra ‘’Oğlum senin için uygunsa mevlidi bizim evde okutalım. Sizin evde zor olur.’’ demişti. Buraya gelirken hemen döneceğimi düşündüğüm için ‘’Benim için sorun değil amca, sen nasıl istersen öyle olsun. Ben zaten geri döneceğim. İstanbul’da işlerim var. Buraya da senin hatırın için geldim zaten. Hemen dönmem lazım.’’ demiştim. Amcam abisini kaybetmenin verdiği acıyı gözlerinden akan birkaç damla yaşla dışa vurarak, uzun uzun gözlerimin içine baktı. Taziye için bekleyen kalabalıktan koluma girerek uzaklaştırdı beni. Cebinden çıkardığı sigara paketinden bir tane alıp sigarasını yaktıktan sonra ‘’Barış bak oğlum birazcık sende hatırım varsa beni dinleyeceksin. Baban hayattayken ne kadar uğraşsak da sizin için hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Annen öldükten sonra tamamen koptunuz babanla. Biliyorum haklı olduğun çok şey var. Ama unutma ki ölen adam senin babandı. Hayatta iken ne kadar hata yapmış olsa da onun kanını taşıdığını inkâr edemezsin. Senden tek istediğim hiç olmazsa birkaç günde olsa burada kal. Hem yengende bende seni çok özledik. Hemen karar verme gitmek için. Akşam mevlitten sonra bizde oturup uzun uzun konuşuruz. Ayrıca baban ölmeden önce sana vermem için bana bir şey bırakmıştı. Onu da sana vermek istiyorum. Bu yüzden bugün ve birkaç gün gitmek yok. İstanbul’u ara işlerini iptal et. Bu akşam bizdesin.’’ demişti. Amcamın hem annemim hem de benim üzerimde çok hakkı geçmişti. Babam ortadan kaybolup gittiği zaman bizi hiç yalnız bırakmamış, beni kendi oğluymuşum gibi büyütmüştü. O yüzden kırmak istemedim. ‘’Tamam amca kalacağım.’’ dedim. Bir oğula duyulan özlemi hissettirerek bana sıkı sıkı sarıldıktan sonra ‘’Hadi şimdi taziye için gelenlerin yanına gidelim.’’ diyerek kalabalığın içine götürdü beni.
Amcamların evine giderken sokakların ne kadar çok değiştiği dikkatimi çekti. Buradan ayrılırken bıraktığım eski evlerin çoğu yıkılmış, yerine yenileri yapılmıştı. Şehrin bunaltıcı yaşamından uzaklaşmak isteyen insanların akınına uğramıştı kasaba. Her yeri yeni evler ve siteler sarmıştı. Belki de buraya gelen insanlar da bir şeylerden kaçıp babam gibi yalnızlık hastalığına tutulmuşlardı.
‘’Yalnızlık hastalığı’’ tanımını babam için ben uydurmuştum. Yaşamın içindeki insanların varlığını kabul edemeyerek, bir paylaşım içine girmek istememekten kaynaklanan bir kaçış yolu. Ama maalesef ki bu hastalığa yakalananların unuttuğu bir şey vardı: Ne kadar çok kaçarsan geride bıraktıkların aklının içinde seni takip etmekten vazgeçmiyor. Ben kendimden bildiğim için söylüyorum tüm bunları. Kabul etmek istemesem de kanını taşıdığım adamın hastalığına bende yakalandım. Ama ben kaçmak yerine insan kalabalığının içinde kendimi kaybetmeyi denedim. Başaramayınca da yazar olmaya karar vererek kendime hayali dünyalar kurmaya başladım. Yazdığım kitaplar Türkiye gibi az okuyan bir ülkede çok büyük bir başarılar elde etti. Çıkardığım sekiz kitap, yüz binlerce akla nüfus ederek yalnız dünyamdaki hayali arkadaşlarımı anlattı insanlara.
Ama sonunda ne elde ettim? Sadece üç harften oluşmasına rağmen, içinden çıkarabilecek anlamları ile bir insanın boğulmasını sağlayabilecek koskoca bir hiç…