NİÇİN YERELİ YAZMIYORUZ?..

FARUK HAKSAL

 

Çevremdeki insanların bana yönelttikleri eleştirilerden bir tanesi de şu:

- Niçin yereli yazmıyorsun?..

Yerelden hiç söz etmiyor değiliz ama, yine de haklılık payı yok değil bu eleştirinin.

Ülkenin geneli hepimizin sorunu. Ama yerel sorunlarımız da var. Birinci elden tanık olduğumuz, komşularımızla ve hemşerilerimizle hep birlikte yaşadığımız yerel sorunlar, yerel insanlar, yerel olaylar var…

Ama gelin görün ki, bu eleştiriye canı gönülden hak vermek de pek doğru değil.

Ve şurası [hiç değilse benim için] bir gerçek ki, yereli yazmak her zaman içimden gelmiyor.

Genel, ne kadar kötü, sığ ve hatta rezaletlerle dolu da olsa, hiç değilse [ve her şeye rağmen] belirli bir düzeyi var, kalitesi mevcut.

Belirli bir birikimi var genel içinde yer alan sorunların, tarihi geçmişleri ve az da olsa kültürel bir yoğunlukları var.

Bir düzeyleri var.

Yerelde ise, maalesef yukarıdaki satırda sözünü ettiğim kötülüğün, sığlığın ve rezaletin ancak 2. kümesi mevcut!

Hatta üçüncü kümesi, küme dışı sıradanlığı, bayağılığı var…

 Atalarımız,

- Asılacaksan, [hiç değilse] İngiliz sicimi ile asıl, demişler…

Önemli bir söz.

Eleştireceksen hiç değilse 1. kümesini eleştir kötülüğün, sığlığın ve rezaletin.

Dövüşeceksen bu küme içindeki güçlerle dövüş; oynayacaksan bu küme içinde at oynatanlarla didiş…

Yerelde cehaletin katmerlisi cadde/bayır kol geziyor.

Sığlığın taaa ayak bileğine kadar ulaşanı deniz kıyısında piyasa yapıyor…

Bir meclis kararı var, örneğin.

Kararın altında tüm yetkililerin imzası…

Ve birileri çıkıyor ve oy birliği ile alınmış bu kararı uygulamıyor.

Olur mu hiç böyle bir şey? Ama oluyor…

Genelde de olmaz mı böyle rezaletler? Olabilir.

Ama yereldeki rezaletin kuyruğuna takılan ikinci rezalet şu:

Meclis kararını uygulamayan kişi, bu tutumunun kötü niyetli bir davranış olduğunu söyleyen bir diğer kişiye şu yanıtı verebiliyor:

- Evet öyledir!..

Ve sonra ilave edebiliyor:

- Nokta!..

Ve hışımla çeviriyor öfke dolu gözlerini o kişiden yana doğru…

Evet… Haydi buyurun.

Gelin de çıkın işin içinden kolaysa, haydi.

Gelin de yazın bu düzeydeki bir “yerel”i… Bire/bir gerçek olarak.

Sonra devam ediyor meclisteki konuşmalar…

Kimselerde çıt yok.

Uygulanmayan meclis kararında imzaları bulunanların istiflerinde en ufak bir bozulma yok, koca salonda boşluğa dikilmiş olan göz bebeklerinde her hangi bir hareket yok, fer yok, fecir yok…

Attığı imzaya sahip çıkma tutarlılığını mı arıyorsunuz beyhude ve biçare bir umutla?..

Boşuna zahmet: O da yok!..

Sözünün arkasında durma, ya da sözünün eri olma gibi kavramlara da bu ortamda yer yok…

Alın size işte yerelden bir kesit.

Gerçek mi peki bu yazdıklarımız?..

Yüzde yüz gerçek; birebir hakikat.

İşte bu yüzden ve “binaenaleyh,” ne tadı var ve ne de tuzu bu ortamın.

Üstelik de bütün bunların değişebileceğine dair bir umut...

Bu gerçeklere değinip, yazıya döktüğünüzde de, olsa olsa çevrenizde size diş bileyen bir insan topluluğu oluşacak; hepsi bu kadar.

Ama niyetiniz bu insanları karşınıza almak değil ki, tam terinse, ortaman bir şeyler katmak… Ama ne yazar?.. Bizimkisi ürümet-k ve kervanın yürüdüğünü acılı gözlerle seyretmek…

İyisi mi, geriye alıyorum ben bu yazıyı, vaz geçiyorum.

Yukarıda bizi yereli yazmamakla eleştirenlere kapıyorum kulaklarımı ve genelin ıssızlığında bir şeyleri anlatmaya devam ediyorum.

İğne ile kuyu kazmaya çalışan uçuk erkanından mıyız?

Belki.

Ve olabilir.

Çünkü biz, Ferhat ile Şirin’in öyküsü ile büyüyen bir kuşağın çocuklarıyız.