Köy Enstitüleri'nden yetişenler, sadece "KÖY ÖGRETMENLİĞİ" yapmakla kalmadılar. Köyden yetişmiş birer aydın olarak da, köyün tüm özelliklerini edebiyatımıza taşıdılar. Bunlar yetişene kadar, köyü romanlarında anlatan yazarlarımız da vardı. Bunların çoğu köylü çocuğu değildi. Köy terbiyesi ve ruhu ile yetişip büyümedikleri gibi, çoğunluğu hayatlarında bir kerecik olsun çapa yapmamış, tırpanla çayır, ekin biçmemiş, dirgenle sap toplamamış, sel ve araba yükleyip harmana getirmemiş, kırk derece güneş altında öküzle, atla gem sürüp akşama kadar harman dövmemişlerdi. Dahası, yağmurda, çamurda gece ve gündüz sığırın, koyunun, keçinin peşinde on yaşından itibaren çobanlık yapmamışlardı. Gündüzleri tırpanla ekin kesip, gece öküzlerle pulluk tutup çift sürmemişlerdi. Hayvanlarının yemleri azalınca, onları doyurmak için, kırlardan geven dikenlerini sökerek, önce dikenli kısımlarını yakıp, sırtına yüklenip eve getirerek onları yıkayıp kıydıktan sonra tuzlayıp hayvanlarına yedirmemişlerdi. Hatta geven köklerinin iliklerinde bulunan geven yağlarını ayırıp, çavdar arpa karışımı sert kara ekmek üzerine sürerek çocuklarına yedirmemişlerdi. Köyü onlar çok uzaktan nostaljik görüyor ve uyduruk bir edebiyat yaratıyorlardı. Oysa onların anlattıkları gerçek köyler değil, hayal köylerdi. Onlarda da ağalar, hocalar, zalim muhtarlar vardı ama, Köy Enstitülü yazarların gerçek ağalarına, imamlarına, muhtarlarına benzemiyorlardı. Birileri uzaktan kumandalı takliti bir edebiyatla yazarken, onlar köyün içinden yetişmiş oldukları için daha realiat ve gerçekçi yazıyorlardı. Köyün ruhuna iniyor, olayları olduğu gibi ortaya koyuyor, kaynaklarını açıklıyor, çözüm yollarını araştırıyor, romanın kahramanlarını tartıştırarak çözüme ulaşmasını sağlıyorlardı. Onların edebiyatında hayal ve insan üstü güçlerden ziyade gerçekler vardı. Köyü bilmeyen bu kapalı hayatı tanımıyan insanlar bu edebiyattan ne zevk ve ne de ders alırlar. Doğuda değil, Afyon Dinar'ın bir köyünden size bir örnek vereceğim. Bu örneği yaşamayan için Köy Enstitülü öğretmenlerin yarattığı edebiyat bir anlam ifade etmez. Ama bunları gören ve yaşıyanlar için çok anlamlıdır. Kısaca öykü şöyle;
Okula yakın Ahmet isminde çok iyi bir komşum vardı. Arasıra yanıma gelir, akşamları sohbet ederdik. Ahmet beş yıllık evliydi. Hatice adında çok sevdiği bir de eşi vardı. Ara sıra bana akşam yemekleri de getirirdi. Bazen neşeli, bazen çok durgun oluyordu. Hatta bazı günler, dalıp dalıp giderdi. Birgün bana, birşeyler söylemek istedi, ama söyleyemedi. O yıllarda köylerde televizyon, radyo, elektrik fazla yoktu. Elektrik olmayan köyde televizyon zaten olmazdı. Olanlar akü ile çalıyor, köylü ise bunların altından kalkamıyorlardı. Aradan bir kaç gün geçmişti. Ahmet yine geldi. O gün dayanamayıp anlatmaya başladı:
-Annem bize rahat vermiyor, dedi. Dul, altmış yaşlarında bir annesi vardı.
Anne, oğul ve gelin birlikte oturuyorlardı. Ona, nedenini sordum. Dedi ki: -benim çocuğum olmuyor. Annem ise, "Seni evlendireceğim," diyor. Oysa ben, eşimi seviyorum. Ahmet'e:
-Ahmet, Hatice'yi alıp doktora gitsenize. Doktor bir baksın. Elbet bir kusur var ki çocuk olmuyor. Yoksa Allah o düzeni öyle yaratmış. Bir engel olmadıkça çocuk normalda olur. Ahmet ne he ve ne de yok demedi. Birkaç gün de yanıma gelmedi. Hatice bir tas tavuklu çorba getirdi. Gözleri yaşlıydı. Ona:.
-Sana ne oldu? Neden ağlamışsın? diye sordum. Sarışın minyon tipli çok hanım bir kızdı. Kardeşim gibi severdim. Önce söylemek istemedi ve yutkundu, doldu ve tekrar ağlamaya başladı. Ağlamasına müdahale etmedim. Ağladıkça açılır, içindeki biriken acıları atar, rahatlardı. Öylede oldu. Biraz sonra kendisi anlatmaya başladı:
-Kaynanamla kavga ettik. İkide bir, "kısır, dölsüz" deyip duruyor. Azarlamasından, aşağılamasından bıktım. Ahmet'e birşeyler söylemişsin. Ahmet utandığı için gelmedi. Bana, dedi ki,"Hatice hocama git, bir sor, nereye nasıl gidelim?" Sonra anası olacak kadın, suçu hep bana atıyor da, bir gün olsun, "Oğlum şu parayı alında, gidin bir doktora görünün. Bu çocuk neden olmuyor?" diyecek yerde beni kısırlıkla, dölsüzlükle suçlayıp, duruyor. Ben daha kızoğlan kız dururken çocuğum nasıl olur? Ahmet'in erkekliği çok zayıf. Birşey yapamıyor. Durumu anlamıştım. Paraları da yoktu. Ertesi günü Ahmet'e para verip, Denizli'ye gönderdim. Ufak bir operasyondan sonra Ahmet sağlığına kavuştu ve üç oğlu oldu.
Köyde bazı konular tabudur. Hele cinsellik. Bir köyde sığır ırkları oldukça verimsizdi. Ne etleri ne sütleri işe yaramazdı. İlin Veteriner Müdürüne durumu anlatıp rica ettim. Adam birkaç gün sonra köye bir uzman göndermişti. Kızışan ineklerı suni dölleme yapacaktı. Köylülerede kızışmaya başlıyan inekleri nasıl tanıyacaklarını anlatıyordu. Adamın biri kalktı:
-Baytar beg, baytar beg. Doğacak dana senden mi olacak? İneği sen mi becereceksin? Halk gülüşmeye başladı. Ben de baytar da güldük. Bu bir espiri değil, bu konudaki bilgi eksikliği idi. Adam durumu anladıktan sonra, baytardan özür diledi. Şimdi bunun gibi birçok konuya ve olaya tanık oldum. Kendimde bir köylü çocuğu olduğum için bu ve benzeri birçok olay gördüm. Bunlar, köy romanına giripte anlatılınca, hayatlarında köyü hiç görmemiş, köyde yaşamamış, kent efendileri, bu yazarları ahlaksızlıkla suçladılar. Köyü de başka bir gezegende düşündüler. Yine başımdan geçen, tanık olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Yine bir köyde öğretmenlik yaparken, muhtar ile Şükrü adında bir gariban birlikte sabah erkenden okula geldi. Şükrü, köyün fakir ve zavallı bir üyesi idi. Çok kısa boylu, zayıf bir karısı vardı. Yaşları da, elliye dayanmıştı. Hiç çocukları olmamıştı. Bir de ayı gibi bir adam vardı. Çobanlık ediyordu. Edepsiz adam tutmuş bu zavallı kadına tecavüz etmişti. Şükrü önce muhtara gitmiş, durumu anlatmış, muhtarda alıp bana getirmiş. Muhtar:
-Hocam ne yapacağız? diyordu. Şükrü 'ye sordum:
-Eşinle konuştun mu? Adam gerçekten tecavüz etmiş mi? Yoksa tecavüze yelten miş mi? Şükrü: .
-Orasını gayrı bilmem. Karı öyle söyledi. Muhtara dedim ki sen kadınla konuştun mu? Ya bu olay gerçek değilse, iftira atıyorlarsa. Şikayetçi oldukları adamın karısı, Şükrü'nün karısından bin kat güzeldi. Muhtar:
-Dediğin doğru, gel gidip soralım. Muhtara:
-Biz niye gidelim. Şükrü gidip eşini alsın gelsin. Eğer, böyle birşey gerçekten varsa zabıt tutar, karakola sevk ederiz. Savcı doktora gönderir, doktor raporuna göre işlem yaparlar. Şükrü gidip kadını alıp geldi. Kadının boyu bir metre ya vardı, ya yoktu. Kadın ağlıya ağlıya anlattı. Hemde iki dafa yaptı dedi. Zabıt tuttuk, imzaladık karakola sevk ettik. Adamı da bekçi ile çağırtıp sordum. Adam ne dese iyi:
-Ben, şeytana uydum. Aklımı ise benim köpekle, Hasan'ın fino aldı. Geçenlerde finoyu benim köpek yaparken gördüm. Aklıma bu karı geldi. Bende yaptım. Şikayetçi olmasınlar iki kuzulu koyun vereyim. Bunları niye yazıyorum. Köylerde böyle olaylar çok oluyor. Hele bundan kırk, elli yıl önceleri daha çoktu. Köy hayatını anlatanlar bunları yazınca, kentliler sandı ki öğretmen uyduruyor, köylüyü kötülüyor. Bu tür anlatım ve yazılar, köydeki öğretmene düşman olan kişileri hemen herekata geçirdi ve karşı taarruzları başlattı. Dünyaları İstanbul'dan başka bir yer olmayan kalem efendileri de tenkitlere, eleştirilere başladılar. "Olur mu hiç Türk köyünde böyle olaylar. Bu koministler uyduruyorlar. Bizim köylerimiz ahlak timsalidir. Onlara bazıları böyle yazacaksınız diyor onlarda yazıyorlar. Şimdi burada bir nokta koyalım ve yazanlara bakalım.
İşte bir örnek:
Bakın adamlar, bu yazarlarımız için hemen bu kısır yargıya varıyorlar. Onlara sanki Enstitüler emir verdi, onlar da yazdı. Ümit Kaftancıoğlu'nun köyü Saskara, Posof-Ardahan-Şavşat arasındaki "Yalnızçam Sıradağları"nın en yüksek doruklusu olan Cin Dağı'nın eteğindedir. Bu dağın rakımı 3000 metreden fazladır. Dokuz ay kışı vardır. Köye her nasıl olursa olur, bir limon gelir. Suyu sıkılır ve kabukları dışarı atılır. Hayatlarında hiç limon görmeyen çocuklar, o kabukları alır ve yerler. Bizim kalem efendileri bunları bile tenkit ettiler. Peki beyler, köyde olan bitenleri ve gerçekleri anlatmayıpta neyi anlatacaksınız? Anadolu Köyleri'nin çoğunda bugün bile açIık, sefillik, yoksulluk yaşanırken, insanlar doyamadıkları için bin yıllık yurtlarını, evlerini, barklarını, baba ve analarının kabirlerini terk ediyorIarsa nedeni nedir? Lütfen buna süslü püslü edebiyatla, televizyon dizileri ile çare bulamazsınız. Ancak gerçek köyü gerçek sorunları yaşarsanız o zaman gerçekleri yazar, anlatırsınız. Bu gün Köy Enstitülü yazarlarımızın çoğu Allah'ın rahmetine kavuşup aramızdan ayrıldılar. Artık köylerimizi anlatanlar yok. Bugün bile köyde çok büyük sorunlarımız vardır. Siz heryeri Söke'nin köyleri sanmayın. Buradaki köyler,Türkiyenin en iyi köyleridir. Hele doğuya, güneye kuzeye gidinde ne köyler var görün. Bu köylerde ne olaylar oluyor, gözünüzle göründe anlayın. Köyde, bugün öğretmen de kalmadı. Artık köylerde imamlar var. Ben imamlar olmasın demiyorum. Elbette köyde imam olacak. Ama öğretmen de Köy Enstitüleri'nden mezun olanlar arasında edebiyatla uğraşan kimseler de vardır. Bunlardan bir kısmı daha sonraki yıllarda eserlerini verdiler ve tanındılar (Fakir Baykurt, Talip Apaydın. Mehmet Başaran. Dursun Akçam vb.). Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar daha ziyade köyü konu alıyor ve kendi hayatları mihveri etrafında eser veriyorlardı. Bu eserlerin bütününde enstitülüye benimsetilmiş köy anlayışı görülmektedir. Köylü sömürülen, aldatılan, hurafelere dalarak uyutulan bir konumdadır. Çokluk Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmen onları uyandırmaya çalışır. Muhtar, ala, imam vb. kimselerle mücadele eder. Bu şemaya uygun olarak üretilmiş köy edebiyatı 1970li yıllara kadar edebiyatımızda hüküm sürmüş daha sonra etkisini yitirmiştir. (bk. Köy romanı).
Köy Enstitüsü çıkışlı sanatçılar üzerine bir inceleme-güldeste yayımlandı: Köy Enstitülü "Zarlar - ozanlar. Bazıları imama ne gerek var, diyor. Bu sav yanlıştır. Köyde hem imam, hem ebe, hem de keşke bir tarımcı olsa. Bunlardan kimseye zarar asla gelmez.
Köy Enstitülü yazarların kitaplarını tenkit edenler şunları yazıyorlar:
"Efendim köyde, kan davalarını yarattılar. Eşkiyalığa özendirdiler. Kız kaçırmaları teşvik ettiler. Başlık parasını çıkardılar. Ağa ile köylü ve maraba arasında düşmanlık yarattılar. "Sanki bunlar köyde yoktu da bunlar mı götürdü? Bazıları da,"Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini, Orhan Kemal'in Hanım'ın Çiftliği'ni örnek veriyorlar. Evet bu iki romanda öyle konular vardır ve işlenmiştir, ama ne Yaşar Kemal ve ne de Orhan Kemal Köy Enstitülü değildir. Burada Köy EnstitüIü romancılar ile diğer köycü yazarları birbirinden ayırmak zorundayız. Bunun için Köy Romanı'nı iki dalda incelemekte yararlar vardır. Birincisi, kentlerde yaşamış, yüksek eğitim görmüş Köy romanı yazanlar. İkincisi ise köylü çocuğu olarak enstitülere gelmiş ve burada o felsefe ile yaşamış, gerçek köyü tanımış ve oradan çıkmış Köy EnstitüIü roman yazarları. Okuyucularımıza bir bilgi, öğrencilerimize de bir kaynak olması açısından kısada olsa bu iki bölümüde işlemekte yarar vardır. * Devam edecek