OYHAN HASAN BILDIRKİ
* Önceki sayıdan devam
Mektup, çantada gidiyor.
Mektup, çantada!
Ortalığa, yağmur sonrasının kokusu sinmiş. Yaprakta, çiçekte yeni, izleri silinmemiş toz toprak kalıntıları. Hava, sıcak. İkindi zamanı serinliğine daha çok var. Zaten ihtiyar dağıtıcı için serinlik, yumak yumak dert demek.
Önündeki çukuru sekmeden aşan ihtiyar dağıtıcı, ağzı açılmış çantasından bir demet mektubu, çekti çıkardı. Hedeflediği bahçe kapısının mandalını kaldırdı, içeri girdi.
Zile bastı.
Bir başka şehirden bu şehre yeni gönderilen Ömer Hepöğretmen, balkonda oturmuş, uzaklara, ufuklara bakıyordu. Görmek istediklerine, sıra sıra, koca kara dağlar engel oluyor. Taraçada güvercinler gurulduyor.
Her şeye rağmen hayat güzel! Fakat, güzeli ele geçirmek, yakalamak mümkün mü?
Ömer Hepöğretmen, kapı ziline uyandı. Balkondan bakmak ile kapıya koşmak arasında bocaladı ilkin. Bütün olumlu olumsuz duygularından silkindi. Hızla çarpan bahçe kapısının sesine, dar merdivenleri tırmanan, yukarıya koşuşa koşuşa çıkan, kalabalık ayak sesleri karıştı.
Zil, bir daha çaldı. Taraçadaki güvercinlerden ikisi, kanada kalktı. Gökyüzündeki tek beyaz buluta doğru uçtu.
Ömer Hepöğretmen, salonu geçti. Kapıya yürüdü, açtı. Komşu çocuklarından irili ufaklı üçünün, ellerinde bir zarfla, kapıda beklediklerini gördü.
- Merhaba çocuklar, dedi. Merhaba!
Çocuklardan en cini, elindeki zarfa tekrar baktı. Pul üzerindeki fötr şapkalı, boynu atkılı, koyu siyah ceketli adamı tanıyamamanın üzüntüsünü yaşarken, dağıtıcı gibi, o da, isimlere daldı. Göndericisi ile alıcısı aynı olan isme, takıldı. Şaşırdı. Zarfı uzattı.
- Amca, dedi. Amca be! Bu mektup sana! Ama, postacı diyor ki, bu adam kendisine mektup yazmış...
Ömer Hepöğretmen, gülümsedi. Kendisine uzatılan zarfı aldı. Çocuklardan her birinin başını okşadı. Kapanan kapıdan salona geçerken, kendi aralarında konuşan çocukların sesini duydu:
- Ömer amca, kendisine mektup yazmış!
- Kendisine mi?
- Kendisine ya! Postacı bile öyle söylüyor.
Merdivenlerde ayak sesleri dindi. Ömer Hepöğretmen, televizyonunun tuşuna dokundu. Birdenbire yükselen sesini de, kıstı. Balkona geçmekle, salonda kalmak düşüncesi arasında bocaladı. Kararını çabuklaştırdı. Açtığı televizyonunun karşısına oturdu. Zarfa baktı, gülümsedi. Pulu gördü, üstündeki fötr şapkalı, boynu atkılı, sırtında koyu siyah ceketli, yanında sazı asılı adamı, Aşık Veysel'i tanıdı. Kulağı televizyonda, kendisine gönderilen mektubun zarfını özenle açtı. Yüreğinde, tarifsiz sıcaklıklar hissetti. Okudu.
Beyaz buluta koşan eş güvercinler döndüler, taraçaya kondular. Bu gelişi, öteki güvercinler guruldayıp, alkışladılar.
Yeniden guruldayıp alkışladılar!
Mektup sahibi, "Sevgili Amcacığım" diye başlıyor, selâmlarını yolluyor, iyi olup olmadığını soruyordu. Hemen annesinin, babasının ve ağabeyi Ahmet'in de selâmlarını ekliyor. Merakından olacak, bir noktada ısrar ediyordu: "Yeni okuluna alıştın mı? Nasıl gidiyor?" soluk soluğa, mektubu kendisinin yazdığını belirtiyor, kardeşiyle birlikte okula gittiklerini, yazılılarının başladığını, öğretmen olan babasının, kendilerini sıkıştırdığını, akşam olunca bütün beşinci sınıfları toplayıp ders çalıştırdığını, sorduğu çarpma problemlerinin cevabını iki dakika içinde vermeleri gerektiğini kendilerinden istediğini, ağabeyi Ahmet'in ders çalışmak istemediğini, bu yüzden babasının ona çok kızdığını sıralıyor. Devamında; "Okula başlayınca çok sevindim. Arkadaşlarıma kavuştum. Ben okulu, okumayı ve arkadaşlarımı çok seviyorum. Yalnız, iki arkadaşım İstanbul'a gitti. Üzülüyorum!" diye, içini döküyor.
Televizyonda, çok zamandan bu yana, artık sıradanlaşmış haberler başladı. Ömer Hepöğretmen, farkında olmaksızın, mektuptan başını kaldırdı. Bütün ekranı kucaklayan dünya haritası üzerindeki "haberler" yazısını, gördü. Kumanda yardımıyla televizyonunun sesini açtı. Sırf alışmış olduğu için, dinler gibi yaptı. Kaldığı yerden, mektubunu okudu. Adaşının bir cümlesi, mıh gibi yüreğine oturdu, çöreklendi: "Sen, sürgünmüşsün! Öyle diyorlar! Yalnız, anlayamadım. Sürülmek ne demek? Sürgün ne, be amca?"
"Sürgün ne, be amca?"
Bu sorunun ağırlığı, karşı dağlarda yankılandı. Güvercin kanatlarında ötelere, daha ötelere, gökle yerin birleşir gibi olduğu ufuk çizgisinin de ötesine, uzayın sonsuz derinliklerine taşındı. Ömer Hepöğretmen'in boğazı düğümlendi, tansiyonu yükseldi, yüreği yerinden oynadı.
"Sürgün ne, be amca?"
"Sürgün ne?"
- Ne olacak, a oğlum? Hiiç!
Bu karşılığa, spikerin sesi karıştı:
- Bugün yine, dört öğretmenimizi şehit verdik! İlgililerden aldığımız bilgilere göre; kanları yerde kalmayacak!
Ömer Hepöğretmen, bu şimşeklerin hangisinden kaçtı, bilinmez. Mektubu, çalışma masasına bıraktı. Televizyonunun sesini kapattı. Balkona çıktı. İki kolunun var gücüyle, korkuluğa dayandı. Ufuklara, özlemlerinin ve dostlarının bulunduğu noktaya baktı.
Beride güvercinler, kanada kalktı. Gökyüzünün sonsuz maviliklerine doğru süzüldü. Martılar, "Gülcemal"den "Derya Gülü"ne, oradan da büyük gemilere doğru, öfkeli bağırışlarla akın akın aktılar.
Güneş ışıkları, ağır, kurşunî bulutlarca kuşatıldı, gölgelendi.
Çarşı meydanındaki heykeli dokuyan, donuk, bakır güvercinler, canlanır gibi oldu.
Deniz, ufuk çizgisinin bu tarafında kudurdu, patladı!
Gürültüler, korna sesleri çıldırdı.
Korkunç bir sağanaktır, başladı.
Korkunç bir sağanak!