KENDİ KENDİNİ YÖNETEMEMENİN SONUÇLARI...

FARUK HAKSAL

Tepkisiz bir toplumuz… Bu gerçek herkesin üzerinde mutabık kaldığı sosyal bir olgu.

Ama sorunun bizce daha önemli bir yönü var.

Kitlesel tepkilerden oldukça yoksun bir toplumun tek tek bireylerinin [zaman zaman] gösterdiği kişisel nitelikli tepkilerin niteliği üzerinde düşünülmesi gereken çok daha da önemli bir olgu…

Hiç değilse biz böyle düşünüyoruz.

Trafik kazalarında birinci olan bir ülkenin halkı niçin bu konuda şaşısalı bir duyarsızlığın içindedir?

Töre cinayetleri, yargısız infazlar, hukuk dışı uygulamalar, elektrik kesintileri, dizi kültürünün toplumun iliklerine kadar işleyen zehirli etkisinin odağına yerleştirilmiş olan koskoca bir toplumun, bütün bu olup bitenler karşısında gösterdiği refleks, niçin sadece cılız sesli bir sızlanmadan ibarettir?..

Toplumu oluşturan bireylerin kişisel tepkilerinin [doğru zaman ve gerekli güçte] varolmaması, belki de kendi bilinçaltlarının bu olayları onaylayan bir kültürle yüklü olması nedenine dayanmaktadır.

Belki de bu kişilerin bireysel bilinçaltları, giderek toplumsal bilinçaltının unsurlarını oluşturmaktadır.

Ve yine belki sömürüye, istismara, hortumculuğa ve bu benzeri toplumsal olumsuzlukların kurumlaştırılarak kitlesel bir umursamazlığa ulaşmasının temelinde toplumsal bilinçaltının olumlu vizesi mevcuttur…

Sözünü ettiğimiz bilinçaltı birikiminin kaynağındaki asıl öğe ise, bireyin kendi kendisini yönetmekte düştüğü aciz ve biçareliktir…

Kendi kendisini yönetmekte acz içine düşen kişilerin başkaları tarafından kontrol edilmeleri kadar doğal bir gelişme olamaz…

Eğer önünüze kazdığınız çukuru doldurmamışsanız, ilk yağmurdan oluşan sel sularının o çukuru doldurmasında şaşılacak bir yön yoktur.

Daha açık bir ifade ile, kendi kendilerini yönetmekten aciz olanların başkaları tarafından yönetilmesi bir doğa kanunudur.

Doğanın kanunları sadece nesneler aleminin maddi gelişmelerini belirlememektedir.

Dağlar, taşlar, denizler ve ovalar nasıl doğanın birer parçası ise, tek tek insanlar ve tek tek insanlardan oluşan toplumlar da doğanın aynı derecede birer parçasıdır.

Dolayısıyla insan toplumları da bilimin konusunu oluşturmakta ve sosyoloji üst başlığı altında geliştirilen toplumsal bilim, toplumların değişmesi [değiştirilmesi] ya da gelişmesi [belli bir yönde güdülmesi] gibi konulara bilimsel yanıtlar aramaktadır.

Bu yöndeki bilimsel çalışmalar çağımızda ne yazık ki, salt bilimsel hedefleri bir yana ötelemiş ve belirli bir sınıf ya da zümrenin, geniş halk yığınlarının beyinlerini nasıl devşireceği, onları kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yönlendirebileceği sorunlarına yanıt üreten güdümlü bir ihtisas kolu haline getirilmiştir.

Medya işte bu teknik çalışma ortaklığının önemli bir aracı ve koludur.

Hedef, kendisini yönetemeyecek insanlar yetiştirmek… Ve onları devşirerek kendi erekleri doğrultusunda yönlendirip, kullanmaktır.

Sabah düğmesine bastığınız TV’nin geçim kaynağı ve varlık nedeni bu erektir.

Bir zamanların “milli eğitim”inin getirilip, şekillendirildiği nokta burasıdır.

Üniversitelerdeki türban “sorunu”nun temel hikmeti yine budur.

Amaç, kendi kendini yönetemeyecek insanlardan oluşan bir toplum oluşturmak ve sonra onları bizzat yöneterek, tüm ekonomik servetlere el koymak, eski çağların vahşi sömürü ortamını teknoloji, bilim ve medyayı kullanarak “demokrasi” görüntüsü altında yerleştirmek ve egemen kılmaktır…

Demek ki işin sırrı, kendi kendini yönetme becerisini elde etmek, dolayısıyla başkaları tarafından yönetilmeye baş kaldırmak ve toplumsal yaşamı hep birlikte eşitlik içinde yönetilecek bir niteliğe ulaştırmaktadır…

Bu hedefe varmak için ise, yetkin bireylere ve örgütlü topluma gereksinim vardır.

Bunu başarmak ya da başkalarının irade, istek ve çıkarlarına tabi olmayı ret eden, tepki gösteren, gerçekten özgür bireyler olmak seçeneklerinden birisini seçmek ve gereklerini yapmak durumundayız.

Bu noktadaki seçim, teker teker her birimizin ve giderek, Türkiye toplumunun kaderini belirleyecektir.