İKİ GERÇEK ÖYKÜ ve GERÇEĞİN GERÇEKLİĞİNE DAYANABİLME YETENEĞİ

FARUK HAKSAL

“Hikâye bu,” deyip geçmeyin.

Özellikle de uydurma olmayan, gerçek hikâyeleri, sakın ha buruşturup, bir kenara atmayın.

Çünkü bu gerçek olayların “hikaye” vasfını kazanarak, dilden dile dolaşabilmesi için birden çok niteliğinin bir arada bulunması gerekir.

Örnek mi istiyorsunuz?..

Okuyun o zaman aşağıdaki gerçek öyküyü:

 

Sibirya’nın köylerinden birinde adamın birinin cenazesi, matemli ailesinin önü-sıra mezarlığa doğru götürülüyormuş. Cenaze alayı mısır tarlasının içinden geçerken, birden onu sırtlayan köylülerin elinden kayıp, dereye düşüvermiş. Tabutun aralık olan kapağı ardına kadar açılmış ve mevta, herkesin gözleri önünde suları boylamış.

Derenin akıntısı cesedi, dinamit atarak balık avlamaya çalışan balıkçıların önüne kadar sürüklemiş.

Balıkçılar birden telaşa kapılmışlar:

- Eyvah, demişler; bizim attığımız dinamit mi bu adamı öldürdü, acaba?..

Kısa bir süre sonra telaş, yerini endişeye ve korkuya bırakmış.

Balıkçılar biçare ölüyü, çevredeki bir askeri kışlanın dikenli tellerine doğru sürüklemişler ve orada öylece bırakarak, kaçmışlar.

Bir süre sonra, alacakaranlıkta dikenli tellerin arasında bir karaltı hisseden nöbetçi er, otomatik tüfeğini doğrultmuş ve cesede ateş etmeye başlamış.

Daha sonra ambulans çağrılmış. Ceset ambulansa yüklenmiş ve hastaneye getirilmiş.

Operasyon tam altı saat sürmüş ve ameliyattan çıkan operatör doktor şöyle konuşmuş:

- Çok zor oldu ama, Allah’tan umut kesilmez...    Galiba yaşayacak!..

Evet...

Şimdi ne mi var bu hikâyede?

Çok şey var...

Her şeyden önce, gördüğünüz gibi, öldürmeyen Allah, öldürmüyor.

İnsanların yanılgıları, çabuk ve telaşlı kararlar vermeleri, bir konu hakkında yargıya varırken ayrıntıları değil; kaba gerçeği ön planda tutmaları ve saire... Ve [de] saire...

Peki, bir de aşağıdaki şu öyküyü okuyun… Bakalım ne düşüneceksiniz:

 

Jake adındaki bir Macar, karısını korkutarak, şaka yapmak amacı ile kendisine ölü süsü veriyor...

Eve gelen eş, kocasını o halde görünce fenalaşıyor ve baygınlık geçiriyor.

Evin kapısını açık görerek meraklanan bir komşu kadın, evden içeri girerek iki insanı yerde hareketsiz yatarken görünce, durumdan yararlanarak evi soymaya kalkışıyor.

Topladığı eşyalarla evden uzaklaşmaya hazırlanırken Jake durumu kavrıyor ve hırsız kadına kuvvetlice bir tekme atıyor.

Yerde hareketsizce yatan cesedin hortladığını sanan hırsız komşu, ani bir kalp krizi geçiriyor ve oracıkta hayata veda ediyor.

Mahkeme mi?

Evet... Jake yargılanıyor.

Ancak, beraat ediyor.

Gelelim kıssadan hisseye…

Yaz sıcaklarının üzerimize çökmekte olduğu bir ortamda, bu iki “dondurucu” hikayeyi niye gündemimize alıyoruz?..

Hayatın rastlantılarını birbirine ekleyerek, onlara keyiflerinin istediği gibi bir anlam yükü monte eden insanlara rastlamışsınızdır…

Bu insanlar, tümü ile tesadüflere bağlı olarak gelişen olaylar zincirinin içine diledikleri anlamları yükleyerek kafalarındaki örümcekli düşünceleri size iletmekle meşguldürler.

Örneğin caddeden bir otomobil geçmektedir. Ve tam o sırada yan sokaktan bir bisikletli çocuk caddeye doğru gelmektedir. Derken çocuk “kıll” payı ölümden kurtulur… Bu gelişme Allahın bir işidir. Verilmiş sadakasının mevcudiyeti ise, olayın “dedi-kodu”sundan ibaret bir yorumdur…

İnsanın aklı kıtlaştıkça, çar-çabuk sonuca ulaşma isteği isterik bir tutku haline dönüşür…

Olayları gerçeklikleri içinde sorgulamadan, varılan sonuçları enine/boyuna irdelemeden yanıta ya da çözüme ulaştırma arzusu…

Bu şundandır, o da bundan.

Bu şudur; o da budur!

Somut olayın gerçekte ne olduğu bu noktada önemli değildir.

Oysa gerçek, ayrıntıda gizlidir.

O ayrıntıyı bilim inceler; ayrıştırır; analiz eder...

Sonuca hemen varılamayabilir.

Evrende [yaşantımız içinde] sebebini anlayamadığımız, hikmetini kavrayamadığımız ve gizemli sırlarını açıklayamadığımız çok sayıda ayrıntı ve gerçek vardır… Daha da önemlisi, gelecekte de her zaman da olacaktır.

Sonuca ulaşarak geçici rahatlıklar sağlamak uğruna, yalan yanlış bir çok soru işaretini aklın gündeminin dışına itelemek ya da bilme tutkusunun üzerini “inançla” örtmek ve sonra da, yarabbi şükür, diyerek “huzur”a ermek, bu günün uygar dünyasında katlanılabilir bir tutum mudur sizce?..

Ben, kendi adıma, pek sanmıyorum.