Nobel ödüllü sabini Aziz Sancar’ın Anıtkabir ziyaretinde dua etmesinin ağır dillerle eleştirilmesi üzerine Habertürk Gazetesi köşe yazarı Murat Bardakçı Atatürk’ün cenaze namazının az bilinen öyküsünü yazdı.
İşte Murat Bardakçı’nın yazısından ilgili o bölüm:
Atatürk’ün cenaze namazının kılınıp kılınmadığı, bilmeyenler arasında her zaman tartışma konusu olmuştu...
Konu dar bir çevrede yıllar boyunca konuşuldu ama sonraki senelerde geniş kitleye yayıldı, bilip bilmeden söz edenlerin ortaya attıkları aslı-esası olmayan iddialar üzerine dallanıp budaklandı, muammaya döndü ve bilmeyenler sayesinde “namazın kılınmadığı” yolunda yaygın bir kanaat oluştu.
Ayrıntıları yazmadan önce söyleyeyim: Atatürk’ün cenaze namazı kılınmıştı!
"MUSTAFA’MI GÖNDERMEM"
Ben, namaza katılanlardan iki kişiyi yakinen tanıdım. Uzun bir ömür süren ve 1980’lere kadar hayatta olan bu kişilerden birinden 19 Kasım sabahı Dolmabahçe’de yaşananların teferruatını bir değil birkaç defa dinledim ve işittiklerimi onun ağzından aşağıda naklediyorum:
“Dolmabahçe Sarayı’nda katafalka konan cenazenin Ankara’ya nakil günü yaklaşırken, Ankara’dan ‘dinî merasim kat’iyyen yapılmayacak’ şeklinde bir talimat geldiğini işittik. Talimatı hiçbirimiz görmedik, resmen de tebliğ edilmedi ama emir Dolmabahçe’de hemen herkesin dilindeydi.
Cenaze, 19 Kasım sabahı erken saatlerde Ankara’ya nakledilmek üzere saraydan alınacaktı. Hazırlıklar devam ederken rahmetlinin hemşiresi Makbule Hanım katafalkın bulunduğu yere geldi, ‘Cenaze namazı kılınmadan Mustafa’mı hiçbir yere göndermem!’ diye avaz avaz bağırdı ve gidip tabutun yanıbaşına oturdu.
Ortalık birbirine girdi. Bazı işgüzarlar ‘Ankara’dan emir geldi hanımefendi, yapmayın, etmeyin’ diye Makbule Hanım’ı sakinleştirmeye çalışacak oldular ama hanımefendi daha da hiddetlendi, ‘Namazı kılınmadan burayı terketmem! Beni kolumdan tutup dışarıya atmadan ağabeyimi götüremezsiniz’ dedi. Maiyet erkânı daha da telâşlandı ve ne yapacaklarını sormak için Ankara’ya telefon açtılar.
TÜRKÇE TEKBIR VE SELÂM
Aradan yarım saat geçtikten sonra Ankara’dan yeni talimat geldi. ‘Gözlerden uzak bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle, dışarıya da hiçbir şekilde aksettirilmeden kılınsın; kat’iyyen fotoğraf çektirilmesin ve namazın kılındığı protokol kayıtlarına da aksettirilmesin’ deniyordu. Makbule Hanım’ın namazın camilerden birinde kılınması yolunda ısrar edebileceği düşünülerek zamanın Diyanet İşleri Reisi Rıfat Efendi’den (Börekçi) sarayda kılınabileceği konusunda fetva da alınmıştı.
Yanlış saymadı isem, cemaat ben dahil olmak üzere 11 kişiden ibaretti. İmamete, Şerefeddin Efendi geçti (dört sene sonra, 1942’de Diyanet İşleri Reisi olacak olan din âlimi Şerefeddin Yaltkaya) ama o senelerde Arapça ezan ile tekbir yasaktı ve ne yapacağımız hususunda kararsızdık... Arapça tekbir getirdiğimiz takdirde devletin, Türkçe okuduğumuz takdirde de Makbule Hanım’ın hışmına uğramamız ve hanımefendinin ‘Yeniden, doğru dürüst kılın’ demesi ihtimali vardı.
Tabutun önünde saf tuttuk, Şerefeddin Efendi imamete geçti, tekbiri ‘Tanrı uludur’ diye Türkçe getirdi, namaza başladık ve Efendi diğer üç tekbiri de Türkçe getirdi. Sıra ‘Esselâmü aleyküm ve rahmetulah’ diye selâma gelmişti, Şerefeddin Efendi her iki selâmı da ‘Esenlik üzerinize olsun’ diye yine Türkçe verdi.
GÜLÜMSÜYOR GİBİ GELMİŞ
Şerefeddin Efendi selâmları vermek için başını her iki yana çevirdiği sırada çehresinde acı bir tebessümün mevcudiyetini hisseder gibi oldum ama bilmiyorum, belki de yanılmışımdır...
Makbule Hanım, namazın kılınmasını salonun bir köşesinde ağlayarak ve dualar ederek takip etti ve çok şükür korktuğumuza uğramadık... Tekbirin ve selâmların Türkçe olmasına bir şey demedi; belki de ağabeyini kaybetmiş olmanın verdiği elemden farketmemişti.
Namaz bittikten sonra kapılar açıldı, askerler geldiler ve tabut saraydan çıkartılıp avludaki top arabasına yerleştirildi...”.