Annem nerede?

 

 

Ağustos sıcağı iyice bastırmıştı. Yayla evinin kapısından uyku sersemliği ile çıktı. Ayakkabılarını aradı kapının önünde. Haziran ayını ilk haftasında köye gelirken, babası ile hergele meydanına gittiklerine almışlardı. İkinci el ayakkabı idi ama, sanki yeni gibiydi.

Tamirci yırtık yerlerini iyice dikmiş, bir güzel de boya çekmişti. Tam da ayağına göre olmuştu. Ayağına geçirdiğinde, köydeki erkek çocuklara caka satacağı saatleri sayıyordu içinden.

Köye geldiğinde de öyle olmuştu. Köy de ne kadar erkek arkadaşı varsa yanına gelmişlerdi. O gün hepsi Nevzat’ın ayakkabılarına bakıyorlardı. Ayağındaki deriden yapılmış iskarpin ne kadar şımartıyordu kendini, yaşadıklarına inanamıyordu. O günden sonra bütün arkadaşları teker teker sıra ile yeni ayakkabılarını giyip köyün içinde tur atmışlardı. En mutlu günleri olmuştu o gün. Şimdi, evin kapısında, güneşin kuşluk vaktine eriştiği bir yaz gününde onları arıyordu. Acelesi vardı, yola çıkacaktı. Ama bir türlü bulamıyordu.

Evin bahçe duvarının dışına çıktı. Kasaba yoluna bakan yamaçta ayakkabının birini buldu. Sağ ayağının ayakkabısıydı. Ama sol ayakkabısı görünürlerde yoktu. Aşağıda, harman yerinde ala köpek yere uzanmış, ağzı ile bir şeyler kemirmeye çalışıyordu.

-Aman Allah’ım. Yoksa benim ayakkabı mı, köpeğin ağzındaki. Olamaz, olmasın. İnşallah olmasın.

Koşarak indi harman yerine.

Köpek, üzerine gelen Nevzat’ı görünce birden irkildi. Elinden yiyeceğin alınacağını anlayınca; Nevzat’a bakarak, hırlamaya başladı.

Nevzat gördüklerine inanamadı. “Aman Yarabbi, o da ne?” Köpeğin ağzında, kıyamadığı için giyemediği ayakkabısını teki vardı. Sırf deriden yapılan ayakkabısının tekini, aç köpek alel acele yemeye çalışıyordu. Köpeğin üzerine doğru yürüdü. Köpek, elindeki yiyeceği vermemek için daha da hırçınlaştı.

Nevzat yerden bir taş kaptı. Olanca hızıyla köpeğin üstüne attı. Taş köpeğin tam göğsüne denk geldi. Bir mavuklama sesi ile köpek ayakkabıyı bırakıp eve doğu kaçmaya başladı. Nevzat ayakkabısına kavuşmuştu ama, ayakkabısının yarısına kavuşmuştu. Ala köpek ayakkabının yarısını yemişti.

Şimdi nasıl gidecekti Şabanözü’ne? Ya oradan Ankara’ya nasıl gidecekti?

Elinde yarısı yok ayakkabı ile geri döndü. Biraz sonra dedesi gelecekti. Beraber Şabanözü’ne gidecekler, oradan da dedesi o’nu arabaya bindirip, Ankara’ya gönderecekti.

Ayakkabısız da gidemezdi. Dedesi geldiğinde ayakkabının yarısının olmadığın fark etti. Gülmekten kendini alamadı.

- Lan …? Kör şaşkın. Köpeğe mi yedirdin iskarpinlerini yoksa?

Her hafta Ankara’ya, bir minibüs bir de kamyon gidiyordu.

Pazardan aldıkları soğuk kuyu lastikler yakmaya başlamıştı ayaklarını. Kamyonun kasasına zorlukla çıktı. Kamyon kasasının üzeri insanlar görünmesin diye, çadırla örtülmüştü. Kalabalık yolcular arasına sıkıştı. Kamyon hareket ettiğinde insanların nefes kokusu doldurmuştu içeriyi. O gün yenilen soğan ve sarımsak kokusu ter kokularını batırmıştı.

Nevzat, bir elinde yarım kalmış iskarpini, bir elinde ala köpeğin elinden kurtardığı sağlam iskarpini. Yolcular bu küçük çocuğun elide sıkı sıkıya tuttuğu ayakkabılara bir anlam veremiyorlardı. Onların alaycı gülümsemeleri karşısında, Ankara’ya bir an evvel gitmeyi düşlüyordu. Annesini, küçük kız kardeşini çok özlemişti.

Ankara, dış kapı garajlarına vardıklarında, nerede ise ikindi olmuştu. Garajdan eve gitmek on beş dakikasını almayacaktı. Heyecanlıydı. Kalbi çat çat atıyordu. Hiç görmediği kız kardeşinin hayali ile koşar adım telsizleri geçti. Çalışkanlar mahallesine geldiğinde bir kez daha kalbi yerinden çıkacak gibiydi.

Acaba çok sevdiği annesi ve yeni doğan şip şirin kız kardeşi nasıldı. Bebek neye benziyordu. Nasıl bir şeydi?

Bakkal durağından yokuş aşağı koşarak indiğinde, Karapazarlı Halime’nin acıyarak bakışlarına takıldı bir an gözleri.. Umursamadı. Koştu, koştu. Babasının gece gündüz demeden, bir haftada bitirdiği gecekondunun önüne geldiğinde, köylülerinin sandalyeler üzerinde sıralandığını gördü.

Evin önünde İlyas dayısı, ellerini göbeğine bağlamış Ankara’ya yukarıdan bakıyordu. Geldiğini görmemişti bile.

-Dayı, bu kalabalık ne? Ne oldu? Neden insanlar konuşmadan hep oturuyorlar? Babam nerede?

Dayısı bu sesleniş sonunda kendisine geldi. Soruyu soranın Nevzat olduğunu ancak anlayabildi. Sorulan sorular karşısında biran durakladı. Ne cevap vereceğini düşündü. Sonra yeğenine kollarını açtı. Kucakladı. Gözlerinden akan yaşları saklayarak yanaklarından öptü.

-Düğün var oğlum, düğün var. Kardeşin oldu ya. Bunlar onunu için gelmişler. Baban da hastane de. Anneni getirecek birazdan. Bak içeride kardeşin var. Hadi gir. Bak ne güzel bir kız. Aynı sana benziyor.

Dayısından kollarından kurtulan Nevzat, içeri girdiğinde kundak içerisinde dünya güzeli kızla karşılaştı.

Ablası Elveda, elinde biberonla bebeğe süt içirmeye çalışıyordu.

-Aman yarabbi, ne kadar şirin, ne kadar güzel bir kız. Bu benim kardeşim mi abla?

Elveda gözlerinden düşen yağmur taneciklerini göstermemek için koluyla sakladığı dudaklarını örterek;

- Tabi kardeşimiz. Bak annemizin son emaneti bu.

Artık saklayamıyordu ağlamasını. Hıçkırarak ağlıyor, kundaktaki bebeğe sarılıp olanca gücüyle bağırıyordu.

-Neden, neden bize? Yarabbi, neden bize?

Hiç bir şey anlayamıyordu bu olanlardan. Sonra diğer kardeşleri nerede idi?

Peki onlar bu gün evde neden yoklardı. Onlar nerede idiler?

Kapı önündeki kalabalık iyice çoğaldı. Gelenler İlyas Dayı’ya bir şeyler söylüyor, duvar diplerine oturuyorlardı.

Nevzat, elinde yarım iskarpin, karşısında iki gözü çeşme ablası, kucağında yeni doğmuş ay parçası, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Soracak büyük aradı, bakındı odalara, ama kimsecikler yoktu evin içinde. yoktu.

Biraz sonra bir araba durdu evin kapısında. Kalabalık heyecanlandı. Bir anda arabanın etrafını sardı.. Arabadan tahta bir sandık çıkardılar. Evin ortasına koydular. Bir feryat yükseldi ablasından. İlyas dayısı duvar dibine çökmüş, içine gömüyordu isyanını.

Öğretmen İsmail yorgun ve bitkin gözlerle girdi evin içine. Ağlamaktan bitkin düşen Elveda’nın kucağındaki bebeği aldı. Gözleri diğer çocuklarını aradı. Şaşkınlıklar içindeki oğlu Nevzat’ı gördü. Sol kolunu uzattı. Sardı, başını yasladı kalçalarına, okşadı saçlarını.

Nevzat’ta sarıldı babasının bacaklarına ve yeni doğan bebeğin sarkan kundak bezine. Sıcaklıklarını hissetti. Rahatladı.

Gözleri ağlamaktan kızarmış babasının gözlerine takıldı.

- Baba, annem nerede?

İki damla yaş, ağlayan bebeğin sesine karıştı. Odanın içinde boylu boyuna uzanan tabuta bakarak;

-Allah daha çok seviyormuş oğlum, Allah daha çok seviyormuş.