ABDULLAH ZİYA KABAK

ABDULLAH ZİYA KABAK

RESİMDEKİ SIR

Sergen, trafik kazasından dolayı derhal ameliyathaneye alındı. Doktorlar, saatler süren başarılı ameliyattan sonra onu tekrar hayata döndürdüler. Ailesi, oğullarının sağlık durumunun iyi olduğunu ameliyatı yürüten doktordan öğrendikten sonra hastane koridorunda, birbirlerine kenetlenerek buruk bir sevinç yaşadılar.

Ali Bey, doktorun söylediklerine inansa da biricik evladı için yaralı yüreğini ikna edemedi. Uzaktan da olsa onu görmek istiyordu. Kimseyi fark ettirmeden yoğun bakım ünitesine gitti. Ne çare ki içeriye giremedi. Yapacak başka bir şey olmadığı için ailesini eve gönderdi. Kendisi, ola ki olağan üstü bir durum yaşanabilir duygusuna kapılıp hastanede kaldı. Acil servise, ambulansların birisi gelip diğeri gidiyordu. Siren sesleri ise hiç susmuyor. Belli ki bu gece, hasta sayısında artış olacağa benziyor.

 Ali bey, ilk kez oğlu sayesinde, hastanenin gece yaşantısını yaşayarak öğrenecekti. Sabaha uzun bir süre vardı. Zaman geçirmek üzere acil servise indi. Gördüklerine inanamadı. Sedye özerinde yatan onlarca hasta, can pazarı yaşıyordu. Ali bey, hastaların yoğunluğundan dolayı yetersiz kalan hemşerilere yardım etmeye başladı. İlk kez içgüdüsü ile davranıyordu. Saatler ilerledikçe, kendisini hastalara öyle bir kaptırdı ki, sanki oranın personellerinden birisiymiş gibi davranıyordu. Servisin sorumlu doktoru, yetersiz olan personeline, onun yardımcı olmasına ses çıkarmadı. Bu yoğun tempo, sabaha kadar sürdü. Yorgun düşmüştü. Evladı, ecelin elinde olmasına rağmen huzurluydu. Yapacağı bir iş kalmamıştı. Bekleme salonuna gidip bir sandalyeye oturdu. Oğluna çok üzülüyordu. Onun iyi olduğunu bir öğrenebilseydi, dünya onun olacaktı. Ama beklemek zorundaydı. Üzerine, yorgunluk gafleti çökünce kendisinden geçti. Hanımı, hastanenin her köşesinde onu aradı ama bulamadı. Sanki yer yarıldı içine düştü. Aklına cep telefonu gelince, aramaya başladı. Ama açan olmadı. Aramaya devam etti. Hastane personelinden birisi, kesintisiz çalan telefon sesinden rahatsız olunca, hışımla arkasına döndü. Sözcükler boğazında kaldı. Sandalye üzerinde uyuyan bir adamın telefonu çalıyordu. Yanına gidip dürterek uyandırdı. Ali bey, telaş içinde telefonu açtı. Hanımı arıyordu. Bir nokta belirleyip buluştular.

Ali bey hanımına, mahmur gözlerle bütün gece yaptığını anlatıyordu. O ise oğlunu düşünmekten onu dinlemiyordu. Ali bey, dinlenmediğini anlayınca, konuşmayı kastı. İkisi de suskundu. Doktorlar, hasta ziyaretine başladılar. Ali bey ile hanımı, çocuklarının son durumunu öğrenmek üzere, yoğun bakım odasının bulunduğu bölüme çıktılar. İkisi de tedirgindi. Doktorun vereceği haberi bekliyorlardı. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Onların yanına, diğer hasta yakınları da gelmeye başladılar. Nihayet yoğun bakım odasından doktor çıktı. Ali bey ile göz göze geldiler. Doktor, onu acil serviste hastalara yardım ederken tanımıştı. Doktor, Ali beye:

-“Senin hastanın adı nedir”?

-“Sergen doktor bey”

-“Şu trafik kazası geçiren, senin oğlun mu”?

-“Evet, doktor. Oğlumuzun sağlık durumu nasıldır”?

-“Sağlığı iyi. Ne var ki kısmi felç. Eski haline gelmesi için zamana ihtiyaç var” dedi.

Doktor, onlara, oğulları ile kısa bir görüşme sağladı. Bu görüşmede, diller değil, sadece gözler konuştu. Sergen, ecelin elinden zor olsa da kurtulmuştu. Lakin halsizlik devam ediyordu. Ailesi, onun son durumu öğrendikten sonra, beklemekten başka yapılacak bir şeyin olmadığı için bekleme salonuna indiler.

Ali bey, günlerden sonra ilk kez açlığını hissetti. Aperatif bir şeyler atıştırmak istiyordu. Büfeye giderek bir göz attı. Aradığını bulamayınca, lokantaya gitmeye karar verdi:

-“Hanım, dünden beri, ağzıma bir lokma girmedi. Gel, bir şeyler atıştıralım. Sergen’in durumunu da konuşuruz”.

-“Sen bilirsin”.

Hastaneden çıktılar. Cadde üzerinde gördükleri ilk lokantaya girip oturdular. İki yorgun gönül, başka noktalara bakıp, kendi dünyalarında gezintiye çıktılar. Onların suskun bekleyişleri, garsonun sesiyle bozuldu. Siparişler verildi. Ali bey, şimdiye kadar önem vermediği bir konuyu, hanımına açıklayarak paylaşmak istedi:

-“Hanım, bu yaşa gelinceye kadar, hastanede pek işim olmadı. Olduysa da önemli değildi. Yolum düşünce, önünden gelip geçtim. Ne var ki dün gece, hayatın bazı gerçeklerini, bir nebze de olsa şahit oldum. Ecele karşı, para ile şöhretin geçmediğini yaşayarak öğrendim”.

-“Demek ki bazı gerçekleri görmek için bir felaket yaşamak gerekiyormuş. İşine verdiğin önemi, ailene de vermiş olsaydın bugünleri yaşamayacaktık”.

-“Ne dersen haklısın hanım. Size çok ihmal ettim. Oğlumuzun babaya, senin de kocaya ihtiyaç duyduğunuz anlarda, yanınızda ben yoktum. Bizden öğreneceği konuları, ne çare ki sokak arkadaşlarından öğrendi. O, yüzden hayta yetişti. Bu hususta kendimi asla affetmeyeceğim”.

-“Biz seni çoktan af ettik. Yeter ki sen bizim varlığımızı arada bir olsa da hatırla. Sahip olduğun para, ne ölüme çare olur, ne de sevgiyi satın alabilir. Biz seni, olduğun gibi seviyoruz. Yeter ki sen, bu sevgiye gölge düşürüp bizi yetirme”.

-“Doğru söylüyorsun. Bundan sonra sizler için yaşayacağım. Onca uğraşıp didinmem sizler içindir”.

Onların acılı günleri olsa da uzun aradan sonra ilk kez baş başa bir yemek yediler. Bu yemek, onların tekrar bir araya gelmelerine sebep oldu. Yemekten sonra hastaneye döndüler. Sergen’i sordular. İyi olduğunu, yoğun bakımdan normal odaya alındığını duyunca, heyecan içinde yanına gittiler. Onu iyi görünce, bu sefer, gözler değil, diller konuştu. Tekrar birlikte olmanın duygusallığını yaşadılar. 

Sergen, o günden sonra çeşitli hastanelerde, bir dizi operasyon geçirdi. Tekrar yürüyebilmesi için zamana ihtiyaç vardır diye evine gönderdiler. Ama tekerli sandalyeye mahkûm olarak.

Ali bey, o günden sonra, işini bıraktığı yerden tekrar başladı. Evini ihmal etmese de zaman zaman iş dolaysıyla aksattığı oluyordu. Hanımı, onun bu tür yaşantısını baştan beri alışıktı. Onu, ya böyle kabul edecek, ya da bu evcilik oyununu bitirecekti. Ama her şeye rağmen, devam ettirmekten yanay tavır koydu. Öğretmenliğe devam ediyordu. Sergen ise yarınından umudunu kesmiş, yatağa mahkûm biri olmuştu. Yalnızlığın pençesinden kurtulmak için ulusal bir gazeteye, tecrübeli bakıcı bir bayan aranıyor diye ilan verdi. Ertesi sabah, kafeteryada oturan genç kızlardan birisi, masa üzerinde bulunan gazetenin ilan bölümüne göz gezdiriyordu. O esnada bir ilan dikkatini çekti. Arkadaşlarının dikkatlerini çekmeden, adresteki telefon numarasını avucunun içine yazdı. Onlardan müsaade isteyerek tuvalete gitti. Yazdığı numaraya aradı. Sergen cevap verdi. Karşılıklı diyalogdan sonra anlaşmaya vardılar. Gideceği adres, aynı şehir içindeydi. Arkadaşlarından gizlemeye önem gösteriyordu. İşe kabul edilirse eğer, geleceğini bir nebze de olsa garanti altına almış olacak. Yetiştirme yurdundan ayrılmaya günler sayıyordu. Mutlak bir iş bulmak zorunda idi. Sabah erken kalktı. Kimliğini belirleyen lüzumlu evrakları bir dosya içine koydu. Her şey hazırdı. Ama kendisi değildi. İlk kez, hayatını kazanmak üzere iş görüşmesi için mülakata gidecekti. Yurt müdüründen izin alarak, adrese gitmek üzere yola çıktı. O, güzergâha giden dolmuşa bindi. Adrese yaklaştıkça, heyecan tüm vücuduna bir ahtapot gibi sardı. Çevreyi, çok katlı binalar hâkimdi. Nihayet verilen adrese yakın bir yerde indi. Adres sorabilecek sabit birilerini göremedi. Telefon kulübesinden ev sahibini aradı. Sergen, ona apartmanın ismi ile daire numarasını vererek yönlendirdi. O da ilk kez bir bayan ile mülakat yapacaktı. Soruları kafasında tasarlarken, kapının zili çaldı. Tekerli araba üzerinde kapıyı açtı. Göz göze geldiler.

 Kız, gördüğü manzarayı tahmin etmişti. Bundan dolayı yadırgamadı. Ama heyecanlıydı. Sergen ise karşısında yaşlı bir bayan bekliyordu. Gelenin genç bir bayan olması, şaşırmasına sebep oldu. Kız, kapı eşeğinde davet edilmeyi bekliyordu. Unutulduğuna fark edince, içeriye girerek kapıyı kapattı. Kendilerinden başka birilerinin olmadığını an-layınca, konuşmaya başladı:

-“Mülakatı sizinle mi yapacağım”?

-“Evet, bayan, iş tecrübem yok ama benimle yapacaksınız. Şimdi dosyanızı bana verirmişsiniz”?

-“Buyur”.

Sergen, dosyayı incelemeye başladı. Kız ise oturduğu yerden etrafı inceliyordu. Gözü, duvarda asılı bir fotoğrafa takıldı. Ona hiç yabancı gelmedi. Sanki bir yerlerden tanıyor gibiydi. Ama nereden? Yerinden kalkıp yakından görmek istedi. Onu nerede gördüğünü hatırlamaya çalışırken, Sergen, dosyayı bir kenara bırakarak konuşmaya başladı:

-“Dosyanızda adınız Başak, soyadınız ise Sarı yazılıyor doğrumu”?

-“Evet efendim”  

-“Saçınızın rengine uygun bir isim doğrusu. Yetiştirme yurdunda büyüdüğünüz, on sekiz yaşında olduğunuz doğrumu”?

-“Evet efendim”.

-“Kimsesiz olduğunuz, yaşından dolayı yurttan çıkarılacağınız doğrumu”?

-“Evet efendim”.

-“Güncel hayatta ne bilirsin? Yani ne yaparsın”?

-“Yemek ile ev işlerini oldukça iyi bilirim”.

-“Başak hanım, bu kadar mülakat yeterlidir. Bu konuyu ailem ile görüştükten sonra, sonucu sana bildireceğim”

-“Peki efendim. Müsaade ederseniz gidebilir miyim”?

-“Müsaade sizin Başak Hanım. Elbette gidebilirsiniz”.

Başak, evden ayrıldı. Ne var ki aklı, işten önce duvardaki asılı resimde kaldı. Bir boşluğa düşer gibi tutunmaya çalışıyordu. Aynı günün gecesi, Sergen, gelişmeleri ailesiyle paylaştı. Ailesi, onun bu arzusuna karşıydılar. Ama düzensiz yaşamını, daha fazla bozmamak için olumlu yanıt verdiler. Onların bu kararını çok sevindi. Müjdeyi vermek için sabaha kadar beklemeye tahammülü yoktu. Hemen telefona sarılıp müjdeyi verdi.  Başak, beklediği umut ışığı yanmıştı.

>> Devam edecek

Önceki ve Sonraki Yazılar