FARUK HAKSAL
DEDE EFENDİ, NASRETTİN HOCA, DOSTEYEVSKİ ve AHMET HAMDİ TANPINAR BİR GÜN
Görünen köye ulaşmak için kılavuz gerekmez
Evet, aynen böyle
Ulusal kültürümüz içinde eğitilmeyen bir kuşağın yöneleceği istikamet bellidir
Bizim çocuklarımız Nasrettin Hoca hikâyeleri ile büyümediler.
Bizim çocuklarımız Itriyi tanımıyorlar bile.
Bizim gençlerimiz Dede Efendiden bihaber
Üçüncü Selim, onlar için Osmanlının saray bahçelerinde lale yetiştirmeye kafayı takmış bir garip âdemdir
Onlar, bizim kültürümüzü kültürü bilinçle dışlayarak etkisini sürdüren bambaşka rüzgârlar altında filiz verdiler, büyüdüler ve şimdilerde tohuma kaçmak üzereler...
Ağaç yaşken biçimlendiği gibi, milli şuur da gençken edinilir.
Gençliğin, henüz toplumsal çıkar odakları ile yüz yüze gelerek kirlenmemiş olan körpe dimağı, idealizm çağındayken benimseyebilir ulusal bilinci
Genç insan henüz gönlü ile beyni arasındaki bir noktadan bakar dünyaya...
Beyni ile midesi arasındaki bir odaktan değil...
İşin içine mide karıştı mı; ondan sonrası çok zor
Mide, doyumsuzdur. İster, ha babam ister.
Doysa da ister, doymasa da
Midenizde bir doygunluk duyumu aldığınızda da iştahınıza bir ilmik atar, sofradan kalkarsınız
Ancak, insanoğlunun çıkar hırsında bu türden ilmiklere yer yoktur
O, aldıkça alır, tükettikçe tüketir. İhtiyacı için değil, tüketim açlığını doyurmak için alır, almak için tüketir, filan...
Adına süpermarket denilen o tekelci bakkallık türünü hiç izlemediniz mi?
İnsanlar içeriye bir kilo yoğurt, iki ekmekle yarım kilo pirinç almak için girerler, sonra bir de bakarsınız, bir sepet dolusu ambalajla kasanın önündeki kuyruğa girerler.
Bizim çocuklarımız bakkallar çağında değil; marketle süper market arasındaki geçiş süreci içinde yetiştiler.
Bu süreçte nefes aldılar.
Solukların tepe noktası, bu sürecin kültürel dayatmalarıyla oluşmaktadır.
Ancak bizim çocuklarımızın hepsi bu süreci de bilmezler, o tepe noktasını da
Hatta kültür denen şeyin emperyalist saldırının elinde bir silah olabileceğini de
Deryanın içindedirler; deryayı bilmezler.
Yüzme bilirler; ancak, kaldırma kuvvetinin nedenselliklerini akıllarına dahi getirmezler.
Sadece bir takım mekanik nesnelerin adını, önceden yapılmış tariflerini ezberlerler ve [Ya Allah! deyip] sınavlarda önlerine konan seçeneklerden birisini işaretlerler
Elin oğlunun düşünüp, yaratarak ve sonra da üretip önlerine koyduğu bilgisayar faresi ile [yine önlerine konanlardan birisini] tıklamayı bilirler.
Nesnelerin, sorunların ve düşüncelerin geçmişlerini ve gerekçelerini irdelemeden, bu gerekçeleri ortaya çıkartan nedensellikleri, birbirleri ile olan münasebetleri, zaman ve mekân boyutundaki ilişkileri içinde düşünmeyi, kavramayı ve yaratmayı akıllarına dahi getirmezler
Belki de bu aynı nedenler yüzünden Dede Efendiyi ve Ahmet Hamdi Tanpınarı ve hatta Nazım Hikmeti tanımıyor bu tohuma kaçmak üzere olan kitle...
Ahmet Hamdi Tanpınar onlar için, yarışma programlarında ismi sorulunca, Büyük bir Türk romancısıdır, deyivermekten ibaret bir kup/kuru, yaşamayan bir bilgiden ibarettir
- Aşağıdakilerden hangisi, Tanpınarın kitapları arasındadır?..
Haydi benim sivri zekalı, jöleli saçlı, kültür magandası tosunum, cevap ver bakalım:
- Saatleri Ayarlama Enstitüsü...
- Son kararın mı?
- Gonggg!...
- Evet Saatleri Ayarlama Enstitüsü...
Kazancın çok büyük aslan delikanlım. Kazancın çok büyük. Tam 1.000 Te-Le kazandınız.
Ancak ne biçim bir enstitüdür bu, hiç düşündün mü?
Enstitü, saatleri ayarlıyor (muş) öyle mi?
Hay Allah!
Adam, kafayı yemiş her halde.
Oturmuş sayfalar dolusu yazmış.
Kafayı yiyen bu adam Ahmet Hamdi Tanpınardır Çünkü sayfalar dolusu yazı yazmıştır, saatleri ayarlayan enstitü üzerine...
Ahmet Hamdi Tanpınar, Dede Efendiyi çok severdi.
Üçüncü Selimi de... Ve hele hele Itriyi...
Peki, Tatyos Efendiye ne olmuş?
Ya Hacı Arif Bey?..
Öyle mi?.. Demek hiç duymadınız, pek yazık, pek
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün yolda giderken, Dostoyevskiye rastlamış.
Oturmuşlar birlikte. Ve çınarlı bir çay bahçesinde iki az şekerli kahve söylemişler.
Sonra Ahmet Hamdi Tanpınar, kahve fincanlarını şöyle bir sıvazlayıp baş aşağı kapatmış.
Ve bir Roman vatandaşımız onların falına bakmış
Falda ne mi çıkmış?..
Yol çıkmış!...
Her ikisine de, uzun ince bir yol görünmüş kahve fincanının dibinde
Uzaklara, çok uzaklara...