ÇEVRECİLİK, YAĞMACI ZİHNİYETLE MÜCADELE BİLİNCİDİR

 

 

Çevre bilincinin en kısa tanımı bizce şudur:

- Çevrecilik, insanlığın [doğanın] zenginliğini yağmacılara karşı savunmaktır…

Gözü doymaz insan hırsının saldırısı altındaki imar kirliliğine karşı cephe oluşturmak; ormanların, yeraltı sularının, denizin, soluduğumuz havanın ve ekolojik dengenin korunması yönünde ter dökmek ve emek harcamak çevre bilincinin birincil hedefleridir.

Doğanın nimetlerine erişmede doğal bir eşitlik yoktur.

Bu nimetleri tüm insanların hizmetine hakça sunma eylemi ancak çevre bilincine sahip bireylerin etkin çabaları ile gerçekleşebilir.

Çevre bilinci edinmiş bir insan, bu yönde alınacak önlemlerin ve gösterilecek çabaların sadece Devlet’e ait olduğunu ileri sürerek kendisini eylemsizliğe itemez. Gerçekten uygar bir insanın bu sorumluluğu erteleme imkânı yoktur.

Toplumsal bilinç, yurttaş olma yükümlülüğü ve evrensel insani değerler bu sorumluluğun ertelenmesine, buruşturulup bir köşeye atılmasına olanak tanımaz.

Çevreyi soyarak ekonomik zenginliklerini oluşturan bir tutam yağmacı insan ile kişisel bilinçsizliği ya da bencilliği ağır bastığı için bu yağmacıların peşine takılarak çıkınlarını doldurmayı seçmiş olan güruh kendilerine ait olmayan ve yenilenmesi mümkün olmayan bu doğal mirası [utanmadan] yağmalamakta devam etmektedirler.

Çevre Kanunlarına konan ve koruyucu nitelikte olduğu ileri sürülen bir hüküm de bu noktada hiç bir işe yaramamakta ve bir anlam taşımamaktadır:

- Çevreyi kirleten, ortaya çıkan kirliliğin faturasını öder!..

Hayır…

Bu kurnazca önümüze atılmış olan bu hüküm asla çevreyi koruyan bir önlem değildir.

Tam tersine…

Soruna hayatın içinden bakıldığında bu hükmün ileri sürüldüğü amacın zıttı yönde bir imkân sağladığını görüyoruz: Çevreyi yağmalayanlar, bu hüküm sayesinde oldukça düşük tutulan bir meblağı ödeyerek amaçlarına ulaşma imkânına kavuşmakta ve böylece de üç kuruş ödeyerek yasal alanda çevreyi kirletme hakkını elde etmiş olmaktadırlar…

Bu bir katakullidir.

Ali’nin külahını Veli’ye giydirme oyunudur.

Toplumun malını yağmacılara pazarlama imkânını yaratan bir tuzaktır.

Hiç kimse, kendisine asla ait olmayan bir şeyin gücünü azaltma, doğasını bozup yok etme ve kirletme hakkına sahip olamaz!.. Paranın gücü hiçbir zaman bu yağma imkânına gerekçe yapılamaz; yağmacılara bu ayrıcalığı tanıyamaz.

Yaşamakta olduğumuz süreçte çevreyi yağmalayan zihniyetin mensupları yasaların arkasına saklanarak işlerini görmenin yollarını arayıp, bulabilmektedirler.

Ülkenin yasaları, sözünü ettiğimiz bu yağmacı zihniyetin etki alanı içinde yoğrulup, oluşturulabilmektedir.

İmar planları, inşaat ruhsatları, iskân müsaadeleri çoğu zaman işte maalesef bu küçük yağmacı çetenin çıkarlarına hizmet eder biçimde düzenlenmekte ve çevreyi harap eden çark, toplumsal ortak menfaatin zıttı yönde dönmekte ve her dönüşünde de insanlığın doğal mirasını tüketmekte, harap etmektedir.

Siyasal demokrasi, ekonomik ve sosyal demokrasiyi yaratmıyorsa “kamu yararı”nı kemiren bir virüs işlevini görür. Çünkü o zaman demokrasi, toplumun ortak çıkarı karşısında kendi kişisel çıkarlarını yerleştirmeye çalışanların bir silahı haline gelir.

Oysa gerçek demokrasi halkın egemenliğidir.

Halkın egemenliğinin önde gelen unsurlarından bir tanesi ise, başta doğanın zenginliklerinden yararlanma, bu zenginliklerin genel çıkar adına korunmasıdır. Ve aynı zamanda da bu zenginliklerin yağmalanmasına karşı oluşturulacak olan mücadelenin enerjisi, dinamosu ve bilincinin yapı taşlarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar